Konu Arşivi | "Av. Ali Özdemir"

Konular:

Sürece Genel Bir Bakış

Tarih: 22 Ağustos 2013 Yazan: editor3

ali-ozdemir3SÜRECE GENEL BİR BAKIŞ

Kişilerin veya toplulukların siyasi kimliklerinin, hayata karşı duruşlarının, kavramlarla, tanımlamalarla kategorize edilebildiği zamanı doldurduğumuz görülüyor. Kargaşa, kavramlarla oynayarak, içleri boşaltılarak veya bizatihi karşıtınca kendini tanımlarken kullanılarak yaratılıyor.  Kafalar karmakarışık, bazen ak kapkara kara bembeyazmış gibi görülebiliyor artık! Buna görsel algının yönetilebilmesinin sonucudur diyorsak, düşünsel gelişmişliği nereye koyacağız? Eğer düşüncenin derinliğinin ve yaygınlığının görsel algıyla belirlendiği bir dünyaya alışmalıyız diyeceksek, insanın iradesine de hükmedildiğini kabul etmiş olacağız!

Genel olarak, bireyin iradesinin yönetence belirlendiği, bireysel hak ve özgürlüklerin ?biat? ön koşuluna bağlandığı bir sisteme isim aramanın anlamı yoktur. Rengi ne olursa olsun bunun adı faşizmdir. Zira artık faşizm kavramı, Mussolini?nin ve ne de Hitler?in ideolojilerine hapsedilmekten çıkmış, geniş anlamda radikal otoriteryen ırkçı/milliyetçi, dinci veya militer  sistemlerin tanımı haline dönüşmüştür. Ülkemiz açısından bakılınca bu durum daha net görülebilmektedir; ne İtalyan usulü bir milliyetçiliği, ne Alman usulü bir kan bağı anlayışını birebir gözlemek mümkün değildir. Eğer bu iki kıstas ile sınırlayarak ülkemizdeki sisteme bakarsak rejime dair tespitimiz eksik olacaktır.

Bugün ülkemizde, sorgulanamaz dinsel kural ve inanışlar toplumsal kurallar haline getirilmeye başlanmıştır. Nitekim sosyologların buna ?mahalle baskısı? diyorlar. Mahallede baskı hissedenlerce, yakın gelecekte bu kuralların hukuk kuralı haline dönüşeceği endişesinin duyulduğu, yönetence belirlenmiş yaşam tarzının hukuk eliyle uygulanacağı inancının yerleştiği de varittir. Laikliğin katı ve şekli kurallı hali, bizatihi insan hak ve özgürlükleri söylemleriyle fiilen uygulamadan kaldırılırken, Anayasal düzenlemenin varlığı dahi uygulamayı sağlayamamaktadır. Aynı devletin sosyalliği yerine sadaka dağıtıcılığının yerleştirilmesi gibi..

Siyaseten, her türlü otoriter/baskıcı rejimleri tanımlarken artık dünyada faşizm kavramı kullanılmaktadır. Zira bu rejimlerin amacı ve bu amaç uğruna kullandığı argümanlar bellidir;  toplumu, birlik-beraberlik, ulusal değerler, dinsel inançlar, tarih bilinci, vatan-bayrak-devlet üçlemesi ile somuta indirgenmiş hizmete dair millet adıyla bütünleştirmek. Bütün bunları, gelişmiş görsel ve yazılı basın yoluyla, her türlü iletişim araçlarıyla yineleye yineleye gerçekliğine inandırılmış ?yalan?larla yapmak. Yalan, zaten faşizmin en önemli propaganda malzemesidir.

Yalanın iletişim araçlarıyla gerçekmiş gibi empoze edilmesi yetmemekte, yaratılan yalanın farkına varılması ve yalana meşru yollarla karşı çıkılması da hukuk yoluyla engellenmeye çalışılmaktadır. Çünkü yalan üzerine bina edilen, kabul ettirilmeye çalışılan bir rejimin, yüzündeki maskeyi düşürecek toplumsal ve siyasal muhalefete tahammülü olamaz! Bu sebeple ?bir?leştirilmeye çalışılan toplumun içinden, ayrık otlarının ayıklanması rejimin bekası için zorunlu görülmektedir.

Son on yıldır ülkemizde yaşanan ve ivmesi yükselen sürece bu gözle bakılmalıdır. Ergenekon, Balyoz, ÇHD gibi davalar, ayrık otları olarak görülen odakların topluca ayıklanması ve ayrıca toplumsal muhalefete gözdağı verme  çabası olarak nitelendirilebilir. Bir başka anlatımla bu davalar, toplumu yeniden dizayn etme, kurulmakta olan yeni rejime yabancı kalacak unsurları temizleme ve sindirme, yerine geçtiği eski rejim bağlantılarını tasfiye etmenin hukuk kullanılarak yapılmasından ibarettir. Üstelik bu hukuk, Avrupa birliği müktesabatına uyum maskesiyle yaratılmıştır. Bu nedenle özel olarak yetkilendirilmiş Mahkemelerdeki bu tür davalarda evrensel hukuk kurallarının ve savunma hakkının uygulanıp uygulanmadığını, yargılamalarda yürürlükteki hukuka dahi aykırılığın mevcut olup olmadığını sorgulamak, zulmün teşhir edilmesinin yanı sıra, yalanlarla uyuşturulmuş toplumun, adalet duygusunun ve vicdanının harekete geçirilmesi çabasından ibarettir.

Gerçek şu ki; iktidar odaklı ve tasfiye amaçlı bu tür davalar siyasi tarihte ne ilktir ve ne de son olacaktır! Hukuk egemen kılınmadıkça, her dönem egemeninin hukuku uygulanacaktır. Bu yüzden iktidarların, gösterdikleri ?öcülere? karşı reform söylemleriyle kendi hukukunu yaratıp iktidarını sağlamlaştırırken, evrensel hukuk kurallarına, insan hak ve özgürlüklerine saygılı olmalarını ve uymalarını beklemek gerçekçi değildir.

Demokrasi geleneğinin ülkemiz pek de yerleştiği söylenemez. Siyasi tarihimizde yönetme hakkı seçime bağlanmışsa da, seçimle gelenin ?yönetme yetkisi? de asıl iktidar sahiplerince peşinen sınırlanmıştır. Böyle bir yapının demokratik ve hukuki olduğu elbette söylenemez. Ancak AKP iktidarı, devletin kurucu/asıl iktidar sahiplerini tasfiye ederken, yerine kendi faşizmiyle yerleşmiştir. Kullandığı argümanların aksine, ortaya çıkan yapı demokrasinin kurum ve kurallarıyla işlediği bir rejim yerine, kendi egemenliğinin hukukuyla örülmüş, emperyalizme tam bağımlı, bölgesinde figüran rolünü üstlenmiş ve tarihsel olarak daha geri bir yapıdır. Bu yüzden dümene geçince demokrasiyi seçimle sınırlı tanımlayan, ?oy çokluğuna? dayanarak her şeyi yapabileceğini söyleyen bu iktidara da karşı durmak bir zorunluluktur.

Her türlü toplumsal muhalefetin susturulduğu ve sindirildiği bir sistemin adı demokrasi olamaz. Bizatihi kendisini pışpışlayarak besleyip büyütenlerin mazlumu edebiyatı ile zalimliğini gizleyen, koltuğunu pekiştirinceye kadar takıyye yapıp yaltakçıları peşine takan ve sonrasında kendi iktidarına tam bir biat isteyen, örgütlü muhalefeti geçtik, eleştiriye dahi tahammül edemeyen bir rejime demokrasi elbisesi dahi uymaz.

Peki böylesi bir iktidara karşı muhalefet nasıl yapılmalıdır? Özellikle 12 Eylül faşizmi ile her türlü örgütlenme yasaklanıp, aksi terörist damgası için yeterli görüldüğünden ve gösterildiğinden, hazır örgütlü bir muhalefet bulmak zor. Devleti demokratik hukuk devleti yapan tüm kurum ve kuruluşlar, iktidarı denetlemek bir yana, hukuksuzluklarının meşrulaştırıldığı bir mevzi haline getirilmişse, meslek birlik ve odaları ile sendikalar ele geçirilmiş, susturulmuş veya sindirilmişse,  demokratik kitle örgütleri televizyonlardan yalan haber bombardımanları, gazetelerden sekiz sütuna manşet duyurularla toplum inandırılıp kolayca terör örgütü gibi lanse edilmekte ve yöneticileri tutuklanarak zindanlara tıkılmaktaysa, yani demokratik yollardan muhalefet etmenin imkanı kalmamışsa örgütlü bir muhalefet yaratabilmek pek de kolay değildir. Üstelik her yeni iktidarın yaptığı gibi, her türlü muhalefeti tasfiye ettiği eski rejimin taraftarı ve darbeci olmakla yaftalamak da muhalefeti öcü göstermenin ve yok etmeyi meşrulaştırmanın bir başka yolu artık. Keza, her dönem geçerli olan ?kökü dışarıda, faiz lobisinin desteklediği? etiketlerini de unutmamak lazım..

Burada ciddi bir paradoks var aslında; varlığını ve gücünü darbeye ve hukukuna borçlu olan, darbelerin kanatları altında kollanıp beslenip palazlananlar, iktidara geldiğinde darbelerin yapılma nedeni gösterilip ezilenleri ?darbeci? olarak suçlayabilmekte ve bu yalana toplumu inandırabilmektedir! Bu paradoksal durum, toplumsal hafızamızın zayıflığı, güce tapma genetiğimiz veya kavramlarla ve algılarımızla oynanmasının sonucu mudur, takdiri okuyucuya bırakalım.

Kesin olan şu ki; darbe, dünyanın neresinde yaşanırsa yaşansın kötüdür; yüzlerce yıllık mücadele ve deneyimle kazanılmış ve idealize edilmiş demokrasinin bir seçeneği veya ona kavuşma yolu olarak görülmesi kabul edilemez. Darbelerle dizayn edilerek kurulmuş ve işleyen bir demokrasi örneği yoktur. Bugün onu bile kaybetmeye tahammül edemeyeceğimiz şekil demokrasisinin inşası da zaten bir darbe hukuku ve anayasasıyla yapılmıştır. İçerik olarak, örgütlenmeye, demokratik hak ve özgürlüklerin genişletilmesi mücadelesine kapalı olduğu da binlerce kez tecrübe edilmiştir. Belli aralıklarla yapılan seçimlerde oy verme hakkının tanınmış olmasıyla sınırlı bir demokrasi anlayışı, yukarıda izaha çalışılan faşizmin yalan propagandalarındandır. Bir başkası da, en çok oy alanın dilediğini yapabilme kudretini ele geçirdiğine dairdir. Bu nedenledir ki demokrasi, çoğunluğa karşı azınlığın hak ve özgürlüklerinin hukuksal güvenceye alındığı sistemdir.

Peki; bir birey, bir hukukçu ve toplumsal muhalefetin içindeki bir insan olarak ne yapacağız?  Yavaş yavaş kurum ve kurallarıyla, hukukuyla inşa edilen bu rejime teslim mi olacağız? Elbette hayır! Geçmişte olduğu gibi yine,ama bu kez kaybedeceğimiz çok daha fazla mevziilerimiz için faşizme karşı direneceğiz. Onurumuz için, çocuklarımız için, geleceğimiz için direneceğiz. Faşizmin dayattığı gibi sevmek zorunda olmadığımızı bilerek memleketimizi, gerçek memleket sevdamızı göstererek direneceğiz. Faşizmin en korktuğu güçle, örgütlü halkın en dinamik ve aydınlık yüzüyle direneceğiz. Muhalefet edene taktıkları ?darbeci? yaftasını yırta yırta direneceğiz. Kendilerinin alternatifinin eski düzen olmadığını da haykırarak, faşizmin her türlüsüne hayır diyerek direneceğiz.

İşte bu gözle bakıldığında, son damla ile taşan, kendiliğinden yükselen ve sokaklarda büyüyerek alanları saran Haziran direnişi daha bir anlamlı geliyor.

Yorum (1)

Konular:

SÜRECE DAİR

Tarih: 02 Mayıs 2013 Yazan: editor3

ali-ozdemir2SÜRECE DAİR

Konuları sürekli değişen bir ?süreç? lafı dolanıp duruyor ortalıkta. Barış süreci, normalleşme süreci, ileri demokrasi süreci? Normalleşmenin ve ileri demokrasinin ne menem şeyler olduğunu yeterince gördük ve yaşamaktayız. Barış süreciyle ise, zaten her şeye rağmen küs olmayan Türk ve Kürt?ün illaki karşılıklı sırıttırılarak barıştırılmasının amaçlandığı görülüyor. Aslında bu son barıştırma sürecinin, şimdilik dinen çatışma ve ölümlerin, gelecekte dayatılacak kaçınılmaz bölgesel savaşta canlarımızın ve hatta vatan toprağımızın kaybına hazırlık olarak değerlendirilmelidir. Çelişki gibi gelebilir ama; onlarca görsel ve yazılı medyanın bir anda yoğunlaşan kirli bilgi bombardımanıyla, kamuoyu nezdinde ?analar ağlamasın? sloganı ile üzeri örtülen, ?Yurtta Sulh Dünyada Sulh? resmi politikasının terk edilmesidir gerçekte. Ortadoğu ve Kafkaslarda Batı Emperyalizmin istediği dizaynı gerçekleştirebilmek adına, jandarmalık ve/veya payandalık görevi üstümüze resmen alınırken, bu süreçlere ciddi ciddi anlatarak sahip çıkan kendini ?barış güvercini? sananlar, analarımızın ağlamayacağına inanıyorlar demek ki! Böylece büyük (!)  İsrail?in, gelecek kazın suyu hürmetine Türkiye?den özür dileyerek, katlettiği insanların ailelerine sadaka mahiyetinde vermeyi kabul ettiği tazminatın, ayrımsız binlerce insanımızın canından olacağı bir kirli savaşın peşinen sus payı habercisi olduğu da gizlenmekte.

Anımsamada yarar var; Türkiye, emperyalizmin askeri örgütü olan NATO?ya katıldıktan sonra gerçek anlamda bağımsızlığını yitirmiş, ordusu NATO?nun emir ve kumandasına girmiştir. Ortak Pazar da öyle.. Batı emperyalizmi ORTAK, biz PAZAR olmadık mı?  Bütün bu tarihsel sürecin neticesinde, bugün hala şaşırabildiğimiz sonuçları yaşamaktayız. Küreselleşme adı altında şimdi ulusal kimliğimizi dahi inkar etmemizi istiyorlar, ulusal tarihimizin koca bir yalan olduğunu göstermeye çalışıyorlar. Topla tüfekle açık savaşla yapamadıklarını, işbirlikçi ve entegre sermaye ile hükümetlerin sınırsız yardımları ile 21.yüzyıl sanal teknolojisi ile başarmalarına da az kaldı.

Daha başından bu gerçekliği görerek, ?NATO?ya HAYIR! /Tam Bağımsız Türkiye!? diyen yurtsever insanlara ?moskof uşağı? diye saldıranlara da buradan sitemli bir selam göndermenin yeri geldiğini düşünüyorum.

Her ne kadar soğuk savaş sona ermiş ise de; başta adeta bir silah gibi kullandığı sınırsız doğal enerji kaynakları, bilgi/teknoloji birikimi ve ulusal kimliğiyle batı emperyalizminin etki ve egemenlik alanına girmeyi reddeden Rusya, doğal müttefiki İran ve Suriye?nin oluşturduğu  blok ile batı emperyalizmi arasında, sıcak çatışmaya doğru giden soğuk rüzgarların estiği tartışılmaz. Sayın Başbakanımızın eski ?kardeşi? Suriye lideri Esad, yeni ?düşman? adıyla Esed?in, kan kardeşliğiyle başlayan ve sonrasında yukarıdaki soğuk rüzgarlara paralel kan davası ile süren komşuluk ilişkilerimizin temelinde de bu var. Batının Suriye?yi Irak gibi rahatça işgal edememesinin, sadece içerisindeki isyancıları para ve silahla beslemesinin bir nedeni de, sıcak çatışmaya cesaret edemediği, Rusya ve İran?dır. Şimdilik yapılan Suudi Arabistan ve Katar gibi şekil demokrasisi ile bile tanışmamış devletler ile ?ileri demokrasi?yi yaşayan ülkemizin aktörleri arasında bulunduğu batı emperyalizminin işbirlikçilerinin  kullanılmasıdır. Demokrasi ve insan hakları yaygarası ile gizlenmeye çalışılan, Büyük Ortadoğu Projesi?nin yeni dizaynının gerektirdiği açık bölgesel bir savaş öncesidir yaşanan.Ki bu savaşta en çok zarar görecek olan da kuşkusuz Türkiye Cumhuriyeti devleti ve vatandaşlarıdır.

Kaçınılmaz geleceği belli böylesine yoğun bir savaşta, cephe gerisinde bir başka silahlı güç odağıyla yürütülecek savaş nedeniyle gücü bölünecek olan Türkiye?den, iç çatışmayı bir süre erteleyecek/sona erdirecek yapay bir iç barışmayı derhal sağlaması istenmiştir. Zira askeri gücü bölünecek bir Türkiye Batı Emperyalizminin işine gelmemektedir. Allanıp pullanıp önümüze konulan, sevgili akillerimizin kullanıldığı bu süreç bu gözle değerlendirilmelidir.

Analar ağlamasın propagandasının sonrasında, batının çıkarları için binlerce ananın ağlayacağı açık bir kirli savaşın tarafı haline getirilmeye sessiz kalmamaktır yurtseverlik. Kısa vadeli ve yapay olacak bu barışma, uzun vadeli acı ve yıkımlara gebe bir sürecin başlangıcı olacağı gibi, asıl bölünmenin bu kirli savaşın sonrasında gerçekleşeceğini görmemek de kör olmak demektir.

Nitekim ülkemizde her türlü muhalefetin susturulduğu, zindanlara tıkıldığı, hukukla ilgisi olmayan yargılamalarla mahkum edildiği bu tasfiye harekatına; Malatya/Kürecik?deki  NATO?nun İsrail?i koruyan radar/kalkanlarına, yine İsrail?in zeytin ağacı süslü yanak almasına değin bu operasyonel süreçlere,  sonrasındaki kaçınılmaz savaştaki ülkemize yüklenmiş jandarmalık görevini algılayarak bakmak gerekiyor.

Her türlü kirli savaşa direnen bir geleneğin sahibi olan sol ile diğer tüm antiemperyalist güçlerin asgari müştereklerde birliğinin sağlanmasının, bu kirli ve kanlı emperyalist organizasyonun Türkiye açısından boşa çıkarılması için elzem olduğunu düşünüyorum.

Yorum (0)

Konular:

ZALİM / MAZLUM / HUKUK

Tarih: 04 Mart 2013 Yazan: editor3

ali-3?Anamur CHP üzerine yazdığım iki yazıdan sonra, dostlarla farklı bir konuda buluşmak istedim. ?Hukuk bir gün herkese lazım olur? ilkesine dair bir şeyler söylemek istedim bu kez. Hukuk konuşulunca, ister istemez siyaset, muhalefet, iktidar da olacak işin içinde tabi.
ZALİM/MAZLUM/HUKUK
Zalimin de mazlumun da aynı sözleri söylediği bir çağı yaşamaktayız!  Artık algılarımızla oynandığından, kendimize ait bağımsız düşüncelerimizle oluşturduğumuz irademizin yerine, tümden görselliğe dayanan bir ?imaj?ın konulduğu yanılsamadan bahsediyorum.  
Geçmişte aleyhine slogan ürettiklerimizin, içlerini boşalttığı aynı sloganlarla, sloganlarımızın kapsadığı kişileri etkileyip yönettiği; insan aklının ve yaratıcılığının, dolayısıyla iradesinin egemenlik altına alındığı bir çağ bu! Üstelik bütün dünya halkları aynı cenderede olduğundan sadece ülkemize özgü değil! Öte yandan dinin sosyal yaşama daha bir sokularak, devlet yapılanması ve uygulamalarında da referans olmaya başladığından daha bir katmerlendi bu saldırı! Bireyin, bireyle, toplumla ve devletle olan ilişkilerinin, ılımlı din zeminine oturtulması neredeyse tamamlanmak üzeredir.
Bu dönüşüm sürecini anlayabilmek; iktidar, muhalefet ve halk arasındaki çatışmalar düzleminde evrensel hukukun önemini somut olarak algılayabilmek için, ülkemizin kurtuluş/kuruluşundan itibaren ama özellikle son 40-50  yılını resmi tarihten bağımsız, objektif bir bakışla kısaca değerlendirmek gerekmektedir. 
Gerek 1971 ve gerekse 1980 darbelerinin, tamamen senaryosu dışarıdan yazılmış, ama yerli işbirlikçileri eliyle uygulanmış olduğu artık yadsınmıyor bile. Bu darbeler sonuç itibarıyla, ülkemizin aydınlık, bağımsızlıkçı ve özgürlükçü kesiminin, yani muhalefetin etkinliğinin ortadan kaldırılarak, yerine uysal bir halk ve düzen içi muhalefet yaratma yolundaki toplum mühendisliği uygulamalarıdır. Bu ?olağanüstü? dönemlerde birebir kendilerine verilen ev ödevini uygulayan iktidarlar, ödevin gerektirdiği hukuku, kendi hukukçuları eliyle de uygulamıştır. Öyle bir hukuktur ki bu; evrensel hukuk ilkeleri ve insan haklarının yok sayıldığı, kendilerine muhalif olanların sistemden ve hatta toplumdan tasfiyesi için her yolun mübah görüldüğü bir garabettir.  Nitekim bu süreçteki insan hakları ihlallerinin tamamı, işkenceler, idamlar, gözaltında kaybetmeler, hakim ve savcılar eliyle meşrulaştırılmış insanlığın sanal/ulvî duyguları ile allanıp pullanarak kamuoyuna sunulmuştur. 
1980 darbesinden sonraki süreç, önceki dönemlerde otoriterleşmeye yönelen müesses nizamın emperyalizme tam bir bağımlılık ve iç içe geçmenin somut halidir. Her türlü siyasi hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasıyla ancak uygulanabilecek ekonomik liberalizmin egemenliğinin muhalefetsiz perçinleştirilmesidir. Bu uğurda tüm muhalefet adeta yok edilmiştir. Bu süreçte kullanılan da bu süreci koruyan kendi hukukudur. Yazılı ve görsel medya yoluyla bu hukuk belletilmiş; halka öz evlatları düşman gibi gösterilerek idamları alkışlattırılmıştır.
Aynı şekilde, teknolojik ürünlerin bir anda ortalığı sardığı ülkemizdeki bilimsel gerilemeyi sorgulayanlar susturulduğundan, tüketim mallarının egemenliği transformasyon, toplumu tüketici haline getirme oyunları da gelişme adı altında kavramlaştırılmıştır. Milenyumla birlikte artık toplumun belli dönemlerde oy verme hakkı dışında, örgütlü olarak sisteme muhalif olma ve alternatif sistem isteme hakkı ?gereksiz?, ?anlamsız? ve hatta giderek ?tehlikeli? görülmeye başlanmıştır. Bütün bunlar da ?çoğunluk? adı altında ?millet iradesi? kisvesiyle yapılmış, hukuk yoluyla da meşrulaştırılmıştır. Dilden düşürülmeyen demokrasinin gerçekte çoğunluğun değil, azınlığın hakları ile ilgilendiği dahi sorgulanamamıştır. 
Öte yandan yoksullaştırılan geniş kesimlerin, ses çıkarmayarak ?kaderine razı? olması, her seçim öncesi dağıtılan mavi boncuklar ve makarna torbaları ile oylarının alınabilmesi de yetmemiş, algıları ile oynandığından iyi, kötü, yarar, zarar, gelecek,umut gibi kavramları bile birbirlerine karıştırması sağlanmıştır. Cılız da olsa ?halk? için olan bir talep, popülizm ile suçlanmıştır. İsteyen çıksın sokağa ve desin ki ilk rastladığına, ?sağlık hakkı, yaşama hakkı, barınma hakkı, eğitim hakkı ücretsiz olmalı, zaten devletin varlık nedeni budur ve bunlar ticaret konusu olamaz?; hakkınızdaki tespit ve adeta suçlama ?popülizm? yaptığınız olacaktır. Öylesine dönüştürüldü ki toplum, artık toplum yararına düşünmek veya harekete geçmek, ilk olarak toplumca cezalandırılmayı göze almak demektir. Zira milenyumun, yani emperyalizmin, diğer adıyla yeni dünya düzeninin gerektirdikleridir bunlar; yazılı ve görsel medya aracılığı ile halkları bombardıman altına alınan kitlelerin algılarını kontrol meselesidir.
Hukuk bir üstyapı kurumudur, alt yapıya bağlı olarak biçimlenir, şekil değiştirir ve uygulanır. 24 Ocak 1980 ekonomik kararların akabindeki baskıcı iktidar eliyle insanlığın birikimleri ve kazanımları dönüştürülmüştür. Sosyal ve siyasi haklar giderek budanmış, karşı çıkanlar ezilerek yok edilmiş ve sistem dışına itilmiştir. Tüm bu emperyalizm adına kazanımlar,  yaratılan hukuk yoluyla güvenceye alınmıştır. Bu sürecin antidemokratikliğini güvenceye alan hukukun varlığı, demokrasinin göstermelik ritüellere hapsolmasını doğurmaması zaten düşünülemez. Zira kapitalizmin en vahşi değerleriyle yerleştiği, emperyalizm ile entegre olduğu ve hatta artık ?küçük/ortak? emperyalist olmuş bir ülkenin, yılların alın terleriyle biriktirmiş değerlerinin göstere göstere peşkeş çekildiği bir dönemde, evrensel hukuk ilkelerinin uygulamasını beklemek fazla hayalcilik olurdu.
Gerçek şudur ki, bu ülkenin sahibi ve kurtarıcısı olduğu iddiasıyla, karşı çıkanları kendi hukukuyla tasfiye edenler, tasfiye ettiklerinin yerine koymak için besleyerek büyüttükleri tosuncuklar tarafından aynı hukukun bir başka versiyonuyla bugün tasfiye edilmişlerdir. İşin ilginç tarafı, dün iktidarlarının şatafatında hukuk tanımayanların, iktidardan tasfiye edilirken uğradıkları muamelelerde, dün mazlumundan esirgedikleri evrensel hukuku aramalarıdır. Üstelik bu süreçte, en acımasız yöntemlerle yok etmeye çalıştıkları yurtsever insanlardan, kendilerine yardım etmelerini istemeleri de bir paradokstur. 
Tüm evrensel ilke ve değerleriyle demokrasi geleneği olmayan ülkelerde, iktidar ve hukuk birbirini tamamlarlar, birbirlerinin yaratıcısı ve güvencesidir. Muktedir kendi hukukunu yaratırken iktidarını korumayı amaçladığından, iktidarına muhalif olanları yok saymakta ve yok etmek için yarattığı hukukunu kullanmakta mahzur görmemektedir. Kendi yarattığı bu hukuk, bir gün iktidarını kaybettikten sonra, kendisi için en ağır cezalandırma aracı haline gelmektedir ki, bugün ülkemizde olan budur. Bu yüzden ?hukuk bir gün herkese lazım olur? sözü evrensel bir kuraldır.
Bugünün muktedirlerinin yaptığı da budur! Tamamen iktidarın sağlamlaştırılması yolunda fiilî uygulamaların hukuk haline getirildiği ve yine evrensel hukuka aykırı bu uygulamaların, kendine bağlı hukukçuları eliyle yapılandırıldığı/meşrulaştırıldığı bir süreci yaşıyoruz.
Dikkat edilirse, ülkemiz tarihinin bütün alt-üst oluş süreçlerinde hukukçular önemli bir mevziidedirler. Sebepsiz müsebbip yaratmada ve bunu da fiilî hukuka yaslamada şampiyon hukukçularımız bulunmakta. Bugün ise, İstiklal Mahkemelerindeki karar ve uygulamalarıyla kolayca yerin dibine sokulan ?Kel Ali?nin ?kopyaları?, bugünün muktedirleri için Özel Yetkili Mahkemelerde aynı görevleri yürütmektedir.
Sorun zaten buradadır, kişiye ve döneme özgü olmayan, evrensel ölçülerde bir hukuk düzeni kurulmadıkça, bir dönemin muktedirleri, bir dönem sonra  ?hukuk, bir gün herkese lazım olur? ilkesini hatırlayacaklardır. Zira modası geçmeyen tek gerçeklik ?her şeyin kendi karşıtını yarattığı ve güçlendirdiğidir.?

Yorum (1)

Konular:

ANAMUR CHP : OBJEKTİF GÖRÜNÜM 2

Tarih: 19 Ocak 2013 Yazan: editor3

ali2Anamur özelinde CHP?nin genel görünümüne ilişkin yazımın ardından pozitif yönde katkı sunanlar olduğu gibi, kendi durduğu yerin tartışmasız doğruluğuna olan inançla ?karşı tarafa? yakıştırdığı tespitlere sevinenler çoğunluktaydı. Bu arada şahsıma yönelik eleştiri yapanlar oldu. Hatta bazı yorumcu arkadaşların (aynı kaynaktan çıktığını sandığım), bahsettiğim kronikleşmiş taraftarlık bakışından kaynaklı, kendi ?cenahına? bir saldırı yapıldığı önsezisiyle, ne söylendiğini dahi anlamaksızın hücuma geçtiği görülüyor. Bu çerçevede, mesleğimi bile bana yakıştırmayan ifadeler kullanıldığı gibi, birileri tarafından doldurulduğum yönünde ?kanaat? de bildirildi. Fazlaca tanımadıklarından olsa gerek, başkaca ?kullanacak? bir sabıkamı tespit edemedikleri anlaşılıyor bu arkadaşların!  
Görülen odur ki; düzeyli/düzeysiz tüm yorumlarda, zımnen veya açıkça yazımdaki olumsuz görüntünün varlığı kabul edilmekte. Ancak yorumlarda, bu sorunun nasıl çözülmesi gerektiği hususundaki farklı görüş sunan veya yaklaşımda bulunan ne yazık ki yok. Karşılıklı suçlamaların varlığı ve niteliği bahsetmeye çalıştığım tehlikeyi doğrulamakta. Bir başka ve öz anlatımla yorumcu, bir şekilde kendisini kazanan veya kaybeden olarak nitelemesine rağmen, sorunun tarafı olmadığına inanıyor.  Kazandığını düşünen, bugünkü CHP Anamur İlçe Yönetiminin kendisini temsil ettiğine inanıyor, kaybeden ise gönlündeki CHP?li olmak duygusunu korumasına rağmen ?ötekileştirildiğini? düşünüyor. Bu demektir ki, tersi gerçekleşseydi yine aynı olacaktı! Böylece geçmiş dönemlerde de aynı şekilde hareket edildiği gerçeği kendiliğinden ortaya çıkıyor. Hoş, buna hepimiz de tanığız zaten! Neticede bu zihniyet değişmediği sürece, Parti yönetimi nezdinde örgüt yapısı, her daim bir kesimin ele geçirdiği, bir kesimin ise ötekileştiği bir görüntü veriyor olacak. 
??????????./???..
İlk yazımızda andığımız olumsuz tablonun, halk indinde CHP?ne nasıl zarar verdiğini düşünmekte isem, Ortak Akıl Platformunun da siyaseten örgütsel yapı ve çalışmalara uzak durarak olumsuzluk yarattığına inanıyorum. Bu yazımın konusunu da Ortak Akıl Platformuna ve bu platformda yer almamasına rağmen CHP Anamur İlçe Örgütüne benzer sebeplerle uzak duran dostlara ayırıyorum.
Ortak Akıl Platformunu, yazıda adı geçen ?kişilerin taraftarı? olmayan veya başkaca bir kişiye eklemlenmemiş, demokratik ilke ve değerler ile parti politikaları çerçevesinde düşünsel üretimle kendisini sınırlayarak, bahsi geçen hastalıklardan uzak durmaya çalışan insanların oluşturduğunu belirterek, olumsuz olan her süreci veya hareketi yakından takip etmesine, tespit ve değerlendirmelerde bulunmasına karşın, örgütsel çalışmalara güncel politik kirlilik içerisinde yer alma korkusuyla müdahale etmekten uzak yapılandığını yazmış ve bu tavrının eleştirilebileceğini genel olarak söylemiştim. Bu işlevsizlik ve ortaya konulan pasif tavrın doğru olmadığını düşünüyorum.
Kabul edilmesi gereken ilk gerçeklik şudur: Kendinizi siyaseten CHP?li kabul etmekte iseniz, her ne olursa olsun CHP örgütüne ve CHP Yönetimine küsemezsiniz! İlçe kongresini kaybedince geri çekilip, ?Biz yokuz; örgüt sizin yönetiminizde, hadi bakalım ne yapacaksanız yapın! ?  mantığı, her halükarda ?çocuk küskünlüğü?nden ibarettir. Hele hele son derece önemli bir seçim arifesinde bu tavrın inatla sürdürülmesi, ilerde yaşanması muhtemel olumsuz sonuçlarda örgüte ihanetle nitelenecektir.
Ortak Akıl Platformu?nun, örgütten uzak durmasını kendilerinin bir şekilde ötekileştirildiği savına dayandırması, halen örgütten kopuşta direnmekle kaçınılmaz olarak, kendilerinin de  parti kongresini kazanan yöneticileri ve destekleyen tabanı ötekileştirdiği anlamına gelmektedir. Oysa Parti örgütü, ne bugün Yönetici olanlarındır, ne de bugünkü yöneticilere muhalif olanların!  
Üzerinde önemli durulması ve kabul edilmesi gereken ikinci gerçeklik ise; bir siyasi parti örgütünün üzerinde, bir başka isim veya kimlikle ?Danışma Meclisi? gibi bir vesayet makamının olamayacağıdır. Bu aynı zamanda parti yönetiminin faaliyetlerinin dışarıdan denetime tabi tutmak demektir. Nitekim mevcut haliyle Ortak Akıl Platformunun Anamur kamuoyundaki algısı budur! Bu yüzden Ortak Akıl Platformu, parti örgütünden ayrık görüntüsü sebebiyle, yerel siyaseti belirlemeye yönelik tavırları, parti üyeleri arasında ?Akıllılar Grubu? olarak adlandırılmaktadır.
Eğer kendinizi parti içerisinde tanımlıyorsanız, parti örgütünün dışında siyasi içerik ve amaçlı bir yapılanmada ifade edemezsiniz; bu yapılanmayı siyasi sürece müdahale edecek veya yönlendirecek şekilde konumlandıramazsınız. Aksi durum, fiilen siyasete vesayet makamı oluşturmak olacaktır ve demokrasiyi savunan bir partinin bu vesayeti kabul edebilmesi, örgüt dışından üretilen politikalarla siyasetini belirleyebilmesi mümkün değildir.
Ortak Akıl Platformu, yerel siyaset dışındaki öznel sorunlarla mücadele etmek formatına sahip görünmüyor. Örneğin yeşil ve çevreci bir kimlikle veya insan haklarıyla sınırlı bir faaliyet alanı olsaydı, yerel siyasete sadece bu öznel hususta müdahil olmayı amaçlasaydı, bir siyasi vesayet görüntüsü oluşturmayacak, aksine baskı grubu misyonunu üstlenecekti. Böylece, herhangi bir parti örgütüne veya yerel yönetimlere,  yerel siyasette farklı bir bakış açısı gösterebilir, projeler/politikalar üretebilir ve bunların uygulanmasında baskı grubu oluşturabilirdi. 
Kaldı ki sorun, sadece siyasi sorunların masaya yatırılması, tespiti ve çözüm yollarının üretilmesi de değildir. Aktif siyasetin dışında kalarak, örgüt yönetiminin belirlediği yol ve yöntemlerle halkla kucaklaşma olmaksızın  parti tabanına samimi görünmek mümkün değildir. Zira taban, sizin ne düşündüğünüze değil, nasıl yaşama geçirdiğinize bakacaktır.
Netice itibarıyla Ortak Akıl Platformu, elbette farklı düşünsel üretimlerin yapılması anlamında önemli ve değerlidir. Ancak reel siyasi süreçten uzak, parti örgütünden ayrık duruşu ve hatta onun vesayet makamı gibi algılanan, ?bal yapmayan arı? şeklinde nitelenebilecek şu anki konumu kabul edilebilir olamaz.  
2011 başarısında Ortak Akıl Platformu içerisindeki dostların seçim çalışmalarına sahada katkı verdiği ve elde edilen başarıda emeklerinin bulunduğu biliniyor. Ancak daha sonra yapılan ilçe kongresinde seçimi kaybettiler. Ancak, kazanan listedeki insanların da aynı mücadeleyi verdiği yadsınamaz. Yapılan kongre ve öncesindeki delege seçimleri sürecinde hoş oymayan olaylar ve ilişkiler yaşandığı da bir gerçek. Somut olarak neler yaşandığı yüzeysel olarak malumumuz ise de ayrıntılarını bilmiyoruz.
Ancak bu yaşanan olumsuzluklar sebebiyle parti örgüt ve yönetimine küskünlüğün başladığı ve partinin  faaliyetlerinden uzak durulduğu gibi komisyonların terk edildiği söylenmekte. Kuşkusuz bu küskünlüğün dinlenebilir ve haklı sebepleri de olabilir. Ancak bunların çözülmesi olanaksız sorunlar olduğunu düşünmüyorum ve çözüm yerinin sadece Parti örgütü ve Yönetim odaklı olduğunu biliyorum.
CHP Anamur İlçe Başkanı Sayın Dr.Nevin ÖZEL hanımın, seçimlerden sonra adım atarak, özellikle 2011 başarısında payı olanlar dahil herkesi parti örgütüne ve komisyonlara çalışmaya davet ettiğine de tanığım. Kanaatimce halen de bu beklentisini korumaktadır. 
Platformun, ne düşünürse düşünsün, kararı ne olursa olsun ve ne kadar haklı olduğuna inanırsa inansın  bugün itibarıyla CHP Anamur İlçe Yönetimine uzak durması meşrulaştırılamaz. Bizatihi emekleri ile somutlanan fikirleriyle, oluşturulacak yerel politikalarda İlçe Yönetimine daha fazla katkı sunmak suretiyle başarılı olabilecektir. Aksi halde yalnız bırakılmış bir parti örgütü, en önemli sınavı olan yerel seçimin kazanılması halinde Platforma rağmen seçimin kazanıldığını, kaybederse Platform yüzünden kaybedildiğini söyleme hakkına sahip olacaktır. Her iki halde de kaybedenin CHP ve Platform olacağı aşikardır.
Sonuç olarak Parti örgütü ve Yönetimi ile Ortak Akıl Platformu, geçmişi geleceğe kurumsallaştırarak taşımamalıdır. Küskünlüğe ve ayrışmaya son verilmeli, parti örgütüne sahip çıkılmalıdır. Parti yönetimi ise, uygulayacağı politikalarla, öncelikle üyeleri arasında ayrımsız diyalog kanalları yaratmalı ve bunu vazgeçilmez kılacak kurumsallığa dönüştürmelidir. Böylece Anamur?da yıllardır uygulanan ve partinin üyesiyle sempatizanıyla  her kesimi partiden uzaklaştıran olumsuzlukların bir daha yaşanmaması sağlanabilir.
Kısaca hiç kimsenin kendisinin dışlandığını hissetmemesi ve her üyenin birilerine tabi olduğunu düşünmeksizin kendini ifade edebileceği bir atmosferin hayata geçirilmesi başarının anahtarıdır.
Önceki yazımdaki geniş katılımlı Çalıştay düzenlenmesi önerisinin nedeni de budur.

Yorum (2)

Konular:

Hangi Cumhuriyet?

Tarih: 01 Kasım 2012 Yazan: editor3

ali-ozdemir229 Ekim 2012 tarihinde devlet erkânınca resmi merasimle kutlanan Cumhuriyet, CHP?nin katılımı ile Sivil Toplum Örgütleri tarafından bayraklar ve flamalarla tüm Türkiye?de alternatif olarak sokaklarda kutlandı. Acaba ?idrak edildi? mi demeliyim!
Özellikle Ankara?da, 1.Meclis önünde toplanarak Anıtkabire yürümek suretiyle yapılan kutlamaya yapılan sulu-biber gazlı polis müdahalesi ile birlikte, gerek resmi ve gerekse gayri resmi olarak kutlanan Cumhuriyet?in hangi Cumhuriyet olduğu sorusu aklıma takıldı.
Ulusal kimlik üzerine inşa edilen Cumhuriyetimiz, M. Kemal ATATÜRK?ün önderliğinde 29 Ekim 1923 tarihinde ilan edildi. Çürümüş kurumları ve devlet yapısı ile Osmanlı İmparatorluğu?nun tüm olumsuz yönlerini ayıklama olanağı olmadığından, eski kafalar üzerine yepyeni bir dünya kurma, toplumsal aydınlanma çabasıydı aslında, M.Kemal?in önderliğinde bir avuç aydınlık insanın ve görece toplumdan daha ileri askerin siyasal erki altında inşa edilen. Bu nedenle; yüzyılların kulluk anlayışının, ağır dinsel inanış ve geleneklerin körleştirdiği, savaşlardan çıkmış, yokluk ve yoksulluk içerisindeki bir ülkenin aydınlanması, Cumhuriyetin erdemlerinin, siyasal ve sosyal kurum ve kurallarıyla yerleştirilmesi doğal olarak yukarıdan aşağıya oldu. Anadolu?nun tarihsel birikimi ve sosyolojik yapısı itibarıyla başka türlüsü de mümkün değildi.
Her siyasi erkin yerleştirmeye çalıştığı düzende, süreç içerisinde içine düşeceği durum, Atatürk?ün ölümü ile birlikte Türkiye Cumhuriyetinin de başına geldi. Bir süre sonra Cumhuriyet atılımlarının içi boşaltılmaya başladı. Cumhuriyet?in eğitim/öğretimdeki devrimi Tevhid-i Tedrisat önce delindi, muktedirlerin iktidarının devamı için zaman içinde adeta kevgire döndü! Kırsal alanların, köylerin aydınlanmasında en önemli atılım olan Köy Enstitüleri kapatıldı. Toprak reformu ile feodal yapının yok edilmesi düşünülmüş olsa da yaşama geçirilemedi. ?Olması gereken? ile ?olan? arasındaki fark azaltılamadı. Kadına seçme seçilme hakkının ?tanınması?nın, netice itibarıyla toplumsal değişim elvermediğinden, sadece erkeğe iki oy hakkı verilmesi anlamına gelmesi gibi…
Batı emperyalizmine direnişle kazanılan bu ülke, batı emperyalizminin askeri örgütü olan NATO?ya girene kadar, ulusal bilinçle yetiştirilmiş görece bağımsız orduya sahipti. Ancak, NATO?ya girilmesi ile birlikte milli ordu kalmadı; ordumuz giderek batı emperyalizminin çıkarları doğrultusunda örgütlenen ve faaliyet gösteren bir ordu haline geldi. Cumhuriyetimiz ise, asker kökenli kadrolarca kurulması ve kendi halkından bile korunması gereken en önemli mevzii olarak görülmesi, giderek halktan kopmasına, elitlerin Cumhuriyeti haline gelmesine neden oldu.
Hilafetin kaldırılmasından sonra, devlet eliyle dinin kontrol edilmesi amacıyla oluşturulan Diyanet İşleri Başkanlığı, bugün itibarıyla onlarca bakanlık bütçesinden fazla bütçesiyle, devletin ve toplumun dincileştirilmesinin aracı haline geldi. 
Nitekim 12 Mart darbesi ile Tevhidi tedrisat kanunu adeta rafa kaldırıldı. 12 Eylül cuntası da Temel Eğitim Kanununda bir değişiklik yaparak İHL mezunlarına bütün üniversitelere girme hakkını tanıdı. Yıllardır bütün siyasetçilerin birbiriyle yarışarak yaygınlaştırdığı İHL mezunlarının öğrenci kapasiteleri itibarıyla imam veya hatip olarak görevlendirilmeyeceği, devletin tüm kurum ve kuruluşlarına sızacakları sır veya bilinmez bir durum değildi zaten.
Gerek 12 Mart ve gerekse 12 Eylül darbeleri ile ülkenin bütün aydınlık ve sol çevrelerinin ezilerek siyasal arena dışına atıldığı, örgütlenmelerinin ve yaşam alanlarının yok edildiği, sloganlarının dahi ellerinden alınarak sağcılaştırıldığı tartışılmaz bir gerçeklik! Bunların yerine ?sadakat? ve uyumluluk? esaslı İHL? lerinin yaygınlaştırılmasının, gericiliğin giderek güçlenmesine ve iktidara yönelmesine yol açtığı da… Başlangıçta merkez sağ partiler içerisinde devletin yönetim kadrolarına giren Cumhuriyetin kuruluş amaç ve mantığına düşman bu gerici/bağnaz zihniyet, özellikle 12 Eylül faşist darbesi ve sonrasında devlet eliyle oluşturulan siyasal yelpazede kendi siyasi oluşumları saf tutmaya ve kendi kanatları ile uçmaya hazırlandı. Nitekim, tarikatçı ilk sivil C.Başkanımız ile taçlandılar.
Yine yıllardır, 30 Kasım 1925 yılında kanunla kapatılan ve yasa dışı ilan edilen tekke ve zaviyeler ile tarikatların sahip olduğu blok oyları alabilmek uğruna sağcısı ve solcusu (!) partiler ödün vermekten geri durmadılar. Cumhuriyetin aydınlıkçı kadroları zaten tasfiye edilmişlerdi ama, yepyeni aydınlık bir kuşak yetiştiremeden, görünen ve bilinen yöntemlerle Cumhuriyet düşmanlarına iktidar olmanın yollarını el birliğiyle açtılar.
Artık Cumhuriyetin kurucusuyken ilerici ve hatta devrimci bir parti olarak siyasal serüvenine başlayan Atatürk?ün partisi CHP?nin,  ?kurduğunu korumak adına? başlangıçtaki devrimciliğinin muhafazakârlığa evrildiği, iktidarı kaybettikten sonra da yeniden kazanabilmek uğruna giderek sağcılaştığı, devrimci ilke ve değerlerden uzak bir yapılanmaya dönüştüğü yadsınmamaktadır. Öyle ki; ?Tekke ve zaviyeler çağdaş kurumlar olarak benimsetilmeli; bunlar irtica yuvaları, yok öyle bir şey, tam tersine kültür yuvaları? diyebilecek kadar dinciliğe yeşil ışık yakan, tarikatlara el avuç açan zihniyetteki insanları barındırır hale geldi.
Medeni Kanun, T.C?nin aydınlık, eşit, özgür insanlar ve toplum şiarının en önemli hukuksal kurumlarındandır. Bu temel Kanun yaklaşık 80 yıldır yürürlüktedir ama, milenyum çağında kadına şiddetin meşruluğunu, tecavüz sonucu hamilelikte kürtajı tartışır hale getirildi toplum! Son dönemdeki 4+4+4 düzenlemesi ile eğitimde imam hatip ortaokullarının faaliyete geçirilmesini de bu çerçevede değerlendirmek mümkün.. 
Cumhuriyetin tüm ekonomik birikim ve kazanımlarının talan edildiği, yabancı ve yerli işbirlikçi sermayeye peşkeş çekildiği dönem bütün bunların doğal bir sonucu gibidir. Buna karşı çıkacak antiemperyalist güçler; sosyalist sol ile birlikte bu ülkenin kurucu ideolojisi Kemalizmin de tasfiye edilmesi gerekiyordu. Nitekim bu da acımasızca yapıldı. Hem de hukuk yoluyla! Yeni Dünya düzeni olarak isim değiştiren emperyalizmin yerleştirdiği kültür, sorunlara ulusal gözlükle bakılmasına tahammül edemiyor, çözümün emperyalizme eklemlenmekte olduğunu dayatıyordu. ?Sermayenin dini de ulusu da olmaz? sözünün bir başka versiyonunun da, ?işbirlikçi olmayan sermaye yoktur? sözü olduğunu anımsatalım. (Demek ki neymiş: Antikapitalist olmaksızın, antiemperyalist olunmazmış! )
Neticede en genel ve en özet haliyle manzara-i umumiyesi bu ülkemizin! Doğal olarak soruyorum kendime; kutladığımız Cumhuriyet, 1923 yılında ilan edilen Cumhuriyetimiz midir?  Yoksa bugün, içi boşaltılmasına, niteliği dönüştürülmesine rağmen adı değiştirilmeden sürdürülen Cumhuriyet midir?
Bugün itibarıyla yapılması gerekenin, AKP?nin ?görünen köyü? 2023 Cumhuriyetine inat, 1923 kurucu ruhunun, tüm kurum ve kurallarının içselleştirildiği demokrasi ile nasıl taçlandırılacağını düşünmek ve yaratmak olduğunu düşünmekteyim.

Yorum (3)

Anket

Mersin - Antalya yolu tamamlandığında Anamur'a ne gibi faydaları olur?

  • Turizm yatırımları artar, turizm gelişir (45.0%, 513 Oy)
  • Göç alır, fayda değil zarar getirir (33.0%, 375 Oy)
  • Anamur'un il olmasına katkı sağlayabilir (12.0%, 134 Oy)
  • Tarım ürünleri kolay pazarlanır (10.0%, 116 Oy)

Toplam Oy: 1,139

Loading ... Loading ...

HAVA DURUMU

ANAMUR

İLETİŞİM SAYFALARI

Son Yorumlar

  • Mehmet Büyükarı: Işıklar içinde olsun… İlk kez Bulut’u...
  • Şeref Koz: Genç meslektaşımız Sevgi Kilunç’ı ve onun yetişmesine katkı...
  • Mahmut Gazi ÖZSOY: Haziran emekçiler için ne kadar hüzün dolu olsada yine...
  • Mahmut Gazi ÖZSOY:
  • Mahmut Gazi ÖZSOY: Emeği geçen tüm usta öğretici, kursiyer, idareci ve...
  • Vatandaş: Sayın Müdür Bey, Anamur Devlet hastahanesi yeni binasına...
  • Şeref Koz: Kim ne derse desin Anamur’da en çok çalışan CHP’liler...
  • Şeref Koz: Ruhu şad olsun. Sayın Fikri Sağlar’a ve ailesine başsağlığı...
  • Vatandaş: Biz toplum olarak şak-şak yalaka ve taklacılığını ekonomik,...
  • Abdullah Aydın: Emek en yüce değerdir.