Konu Arşivi | "Emekli öğretmen İ. Gürdal Sümer"

Konular:

Anamur’da sinemalı yaşam

Tarih: 05 Haziran 2021 Yazan: editor

Emekli öğretmen İsmet Gürdal Sümer’in kaleminden “Anamur’da Sinemalı Yaşam”

Zaman şimdiki zaman değil. Öyle bir zaman ki,  Anamur’da…

Okey taşları yok, televizyon yok, akıllı cep telefonu da yok. Peki ne var?

Türkan Şoray var, Ayhan Işık var, Yılmaz Güney, Fatma Girik, Cüneyt Arkın var, aşk, heyecan, macera filmleri var, yani sinema var. Daha da ötesi sinema sevdası var. Sinema sinema olmaktan çıkmış Anamur’da bir yaşam tarzına dönüşmüş. Herkesin gönlünde bir sinema sanatçısı. Kimisi kendi kişiliğini Ayhan Işık’ta bulur, olgun ve dürüst, kimisi de Yılmaz Güney’le bir tutar kendini, yiğit ve cesur. Ya genç kızlarımız…? Onların da gönlünde Türkan Şoray’ları, Fatma Girik’leri, Hülya Koçyiğit’leri görürsünüz. Ama her oyuncu gönüllerde yer bulamadı. Örneğin Erol Taş. Filmlerde zalim, acımasız karakteri oynardı, masum insanlara hep kötülük yapardı. Daha başka başka oyuncular da var, böyle gönüllere giren giremeyen. Liste uzun.

Çok uzun yıllar önce başladı sinemalı yaşam Anamur’da. 1950 lerin ortalarıydı. Fotoğrafçılıktan sinema işletmeciliğine geçen babam Haydar Sümer, Yıldız Sineması’nı kurdu. Yer “Koca Kahve”. Çarşı ortasında ayakta kalabilmiş eski bir yapı. Sinema kurulmasına kuruldu ama fiziki ve teknik olanaklar bir sinema için çok da yeterli değil. Bina içinde küçük bir oda “makine dairesi” oldu. Ortada bir masa. O masanın üzerinde 16mm lik film makinası. Yanda bir oda daha, uyuyan çocukların yatırıldığı yer. Sinemaya gittiğimi hatırlarım da döndüğümü hiç hatırlamam. Demek ki ben de uyuyormuşum. Ve Mustafa Seymen, babamın yakın arkadaşı, teknik anlamda babamın yardımcısı.

Gündüz saatlerinde Anamur’da elektrik yok. Akşama doğru elektrik gelir, gece 12 de 1 de gider. Onun için sinemaya elektrik üreten jenaratör alınır. Ve tamirci Yahya Usta (Gülgeç) bu elektrik makinasına teknik desteğini esirgemez. Sıkıntılar olursa olsun, kasabanın yaşamına sinema girdi ya o yeter. İyi ama o akşam sinemada hangi film var, hangi “artis” ler var, halk nasıl bilecek, nerden öğrenecek? Kolayı var. Sinema 3-4 kişilik bir ekip hazırlar. Bu ekip Göktaş ve Saray mahallelerinin ara sokaklarına kadar girer. Filmin adını, hangi oyuncuların rol aldığını, filmin başlama saatini, filmin içinde aşk, heyecan, macera olduğunu tanıtarak sinemaya dönerler. Bu ekibi size biraz daha anlatayım. Ekipte her bireyin ayrı bir görevi var. Bir kişi film afişinin takıldığı tabelayı taşır, diğeri elinde bir zil, o zili çalarak halkın dikkatini toplar. Üçüncü kişinin elinde tenekeden yapılmış ilkel bir megafon. O megafondan anons eder. “ Dikkat dikkat, bu akşam Yıldız Sinemasında saat sekiz buçukta başrollerini Fikret Hakan, Muhterem Nur, Hüseyin Baradan…” diye bağırır film hakkında herkesi haberdar ederdi. 4. Kişi yedek elemandır. Her an görev üstlenmeye hazırdır. Tam bir “Ekip Çalışması”.

Filmdeki oyuncuları öğrenen genç kız akşam eve gelen babasına “Bu akşam Muhterem Nur’un filmi var ne olur bizi sinemaya götür.” der. Baba eve yorgun gelmiştir ama kızını kıramaz. Peki der.

Akşama doğru sinema salonu tekrar gözden geçirilir, tahta sandalyeler düzgün şekilde sıralanır ve sinema hoparlörüne yüksek sesli müzik yayını başlar. Zeki Müren’in, Hamiyet Yücesis’in, Müzeyyen Senar’ın 78 devirlik taş plakları gramofona konur. Gramofondan çıkan ses sinemanın dışındaki hoparlörüne aktarılır. Geniş bir alana yaydıkları sesle, şarkılarla milletin aklına sinemayı getirirlerdi.

Akşam yemek erken yenir ve aile sinemaya gelir. Baba biletleri alır, kapıdaki görevliye gösterir, görevli biletleri alır, biraz yırtar, yırtık bileti iade eder. Aile olarak gelenler bir tarafta, bekar erkek olarak gelenler diğer tarafta oturur. Bekar erkeğin gözü kapıdadır, sevdalandığı kız o gün sinemaya gelir mi acaba diye. İçeri giren aile kendilerine ayrılan yere oturur ve filmin başlamasını bekler. Film başlayıncaya kadar da taş plaklardan şarkılar türküler dinlerler. Bazen film saatinde başlamaz. O zaman anlarız ki ya yeterince seyirci, yani müşteri gelmedi ya da önemli şahsiyetler gecikti, jandarma komutanı gibi, kaymakam gibi.

Nihayet film başlar. Aşk, heyecan, macera bekleyen aileler karşılarında bir dram bulurlar. Film önce mutlu bir aile görüntüsü ile başlar, aile içi sevgi saygı üst düzeyde. Maddi durumları da çok iyi. Her şey iyi giderken aile reisi dışarda güzel fettan bir kadına takılır. Kadının niyeti adamın parasını yemektir. Adam evini ihmal eder ve evi terk eder. Parasını, servetini kadına kaptıran adam ve ailesi sefaletin içine düşer, bu acıklı durum bazı hanım seyircileri çok etkiler ve ağlamaya başlarlar. Eskiden öyleydi. Acıklı filmde ağlanırdı.

Film bittiğinde seyirciler sinemayı terk eder, filmin sonunu getiremeden uyuya kalan seyirciler usulca uyandırılır ve evine gönderilir. Sinema makinasını çalıştıran makinist bir gün sonrası için makaradaki filmi geri sarar.

Yine böyle bir günde babam filmi geri sararken annem hem ağlıyor hem de babama kızgınlıkla bir şeyler söylüyor. Çok küçük olduğumdan durumu kavrayamadım. Ama sonradan öğrendim. O gün sinemada başrollerini Raj Kapoor ve Nargis’in paylaştığı “Avare” isminde bir Hint filmi gösterilmiş. Filmdeki dramatik olaylar çok sayıda seyircinin ağlamasına sebep olmuş. Annem de babama kızmış “niye milleti ağlatan filmler getiriyorsun” diye.

Anamur’a sadece yerli filmler gelmezdi. Yabancı filmler de gelirdi. Romantik, kovboy, Kızılderili, bol şarkılı Hint filmleri gelirdi. Hem de renkli Türkçe ve de sinemaskop.

Bu arada bazı gerici çevreler sinemaya karşıdır. “ Allah’ın can vermediği hayaletleri canlıymış gibi seyretmek büyük günahmış. Zaten ticari başarıya ulaşamamış babam sinema makinesini İslahiye’de birisine satar. O günlerin belediye başkanı Hasan Adil Cenkcimenoğlu’nun ricasıyla da belediyede çalışmaya başlar.

Ama sinemalı yaşam Anamur’da bitmez, devam eder. Çünkü hala okey taşları yok, televizyon yok akıllı akılsız cep tep telefonu da yok. Öyleyse sinemaya devam. Osman Nuri ve arkadaşları devreye girer. Yeni bir sinema makinası alırlar. Bu makine 16mm lik değil 35mm liktir. Daha büyük, teknik olarak daha da gelişmiş bir sinema makinesi.

Anamur’da sinema sevgisi devam ederken seyirci sayısı daha da çoğalır. Koca Kahve’deki sinema içine balkon inşa edilir, daha fazla seyirci alabilsin diye.

Kurtuluş Savaşını ve zaferini işleyen filmler de geliyordu. Bu okullarımız için bulunmaz fırsattı. Uygulamalı tarih dersi gibiydi. Öğretmenler öğrencilerini gündüz saatlerinde toplu olarak sinemaya götürürlerdi. Öğrencilerin çok hoşuna giden okul ortamından uzak bir sosyal etkinlikti bu. Ders kitaplarından kurtulan tarihsel olaylar sinemanın perdesinde canlanıyordu. Türk ordusu zafere ulaştıkça öğrenciler alkışlarla ıslıklarla sinemanın altını üstüne getirirlerdi. Öğrenciler enerji boşaltıyordu.

Ya yazlık sinemalar! Onlar ayrı bir güzellik. . Kapalı binaya kapanmadan, terlemeden bir de verilen arada soğuk çavuş gazozu içmek var ya, hepsine bedel. Sıcakta akşama kadar tarlada çalış bir de üstüne duş al sinemaya gel. O vücut şimdi film mi seyreder yoksa başını yanındakinin omuzuna düşürüp istirahate mi çekilir bilinmez. İstirahat sırasında ses üretmezse sıkıntı yok. Hele yakın köylerdeki insanların kamyonlara binerek sinemaya gelmesi görülmeye değer. Ancak yazlık sinema sahibinin de alması gereken önlemler var. Kenarlar yüksek duvarla çevrilmiş olmalı ki dışardan bakıldığı zaman sinema perdesi görülmemeli. Çevresinde yüksek binalar da olmamalı. Yoksa bedavacılar para vermeden, bilet almadan evlerden balkonlardan filmi seyrederler. Bilet alsınlar öyle seyretsinler filmi.

Günleri ayları yılları önüne katan zaman hiç durmuyordu, habire yol alıyordu. Bu ilçede yaşayan insanların sayısı da artıyordu. Nüfusun artması sinemaya olan talebinde artmasını getiriyordu. Ali İhsan Alp, Suphi Alp kardeşlerin Büyük Sineması, Mustafa Kaplan’ın Kaplan Sineması Anamur’a bir hediye gibi geldi. Bunun yanında film makinasını çalıştıran, görüntüyü beyaz perdeye aksettiren “Makinistleri unutulmamalı. Rahmetli Esat abimiz. Halen aramızda olan Hüseyin Seymen. Kim bilir ne güzel anılar vardır bu eski makinistlerde. Dinlemek lazım.

Artık filmler siyah beyaz değildi. Filmler baştan sonuna kadar renklendi. Renkli filmin seyri daha zevkliydi. Konular da değişmeye başladı. Öyle insanları hüngür hüngür ağlatan filmler yerine güldürüler yer almaya başladı. “Adanalı Tayfur / Turist Ömer” tiplemeleri gibi.

Konu değişikliği bununla sınırlı kalmadı. Emekçi sınıfın sorunlarını ele alan sosyal içerikli filmler de Anamur’a gelmeye başladı. “Otobüs Yolcuları”, “Karanlıkta Uyananlar” Yılmaz Güney’in “Umut” filmi gibi. Sinemada gerçekçi sol rüzgarlar esmeye başladı. Anamur’da sol kesim sinemayı biraz daha sevdi. Bu arada filmler daha da gelişti. Teknik açıdan, görsel açıdan, sanatsal açıdan demek istiyorum. Kemal Sunal’ın “Hababam Sınıfı’nı bunun yanında ağa-ırgat feodal çelişkileri işleyen Şener Şen filmlerini kimse unutmuyor. Öyleyse Anamurlu sinemaya gitmesin de ne yapsın, geceleri balkona oturup ta yıldızları mı seyretsin. Tercihini sinemadan yana kullanır. Bu kentin yaz akşamlarında gökyüzü yıldızlarla doludur, bir fırsatını bulur gene seyreder, belki el ele tutuşurken belki de rakısını yudumlarken, sorun değil.

Bu sinema sevdası akşamları çarşıyı da canlandırdı. Bir çok dükkan açıktı. Lokantalar, bakkallar, manavlar… Sinema çarşıya can veriyordu.

Bir yenilik te gündüz seanslarının başlamasıydı. En çok ta gençler ve öğrenciler ilgi gösterirdi, ne de olsa giriş ücreti akşama göre daha ucuzdu. “Doktor Jivago ” Üç buçuk saat uzunluğundaki ünlü tarihi film. Bir hafta sonu gündüz gösterime girdi. Lise öğrencileri sinemayı tıka basa doldurdu. Hem film güzeldi hem de öğrencilerin birbirlerini süzmeleri.

Kışlık sinemaların bir özelliği var ki sigara tiryakilerinin hiç hoşuna gitmez. Sinemanın duvarlarında herkesin gözü görsün diye iri iri yazılmış “Sigara İçilmez” ya da “ Sigara İçmek Yasaktır” biçiminde sert ve bağlayıcı uyarılar vardır. Oysa seyirci filme dalmış, o güzelim sahneyi seyrederken eli sigara paketine gider ve sigarasını yakar. Anında sinema görevlisi gözüne ışığı tutar ve görevliden “ Gardaş, sigaranı söndür !” komutunu alır. Çaresizdir. Sigarasını söndürür. O sahneler hiç sigara içmeden seyredilir mi? Ne yapsın dişini sıkıp seyreder.

Yasakların devamı var. Bu sefer ki yasak lise müdürlüğünden geliyor. Hiçbir öğrenci hafta içi günlerde akşam sinemaya gidemez. Gittiği saptanırsa, yandı. Disiplin kurulunun vereceği cezaya katlanmak zorundadır. Bir keresinde akşam gizlice sinemaya gittim. Dönüşte Ziraat Bankası’nın yanında bulunan Öğretmenler Lokalinin önünden geçerken “Gürdaaal” diye geceleyin çarşıyı inleten bir ses duydum. Korktum. Müdür muavini beni yanına çağırıyordu. Belli ki yakalanmıştım. Öylesine öfkeliydi ki ya orada dayak yiyecektim ya da ertesi günü disiplin kurulunun vereceği cezalardan birini beğenecektim. Ama hiçbiri olmadı. Yanında bulunan diğer öğretmen, Güner Erdoğrul’un “Bu okulumuzun iyi uslu öğrencilerindedir” şeklindeki olumlu görüş bildirmesi üzerine müdür muavini beni salıverdi. Sağ olasın Güner Öğretmenim. Yoksa müdür muavini canımı çok yakacaktı. Bir daha akşam sinemaya gitmedim. Riskliydi.

Bu yasak bazı öğrencileri gündüz filmlerine yöneltti. Her gün öğleden sonra sinemaya gidilir mi? Gittik. Film ayrımı da yapmıyorduk. Ne filmi oynatılırsa oynatılsın gidiyorduk. Nasıl bir sinema sevdasıydı bu… Anlatması zor.

Sinemanın kendine göre sansür sistemi de vardı. Gelen filmlerin çoğu aşkı kara sevdayı işlerdi. Ateşle barutu yan yana getirirdi. Oyuncular ele tutuşur, kucaklaşır, öpüşürlerdi. Tamam, buraya kadar sorun yok. Ancak oyuncular rahat durmaz da işi biraz ileriye götürürseler ilk müdahale makinistten gelirdi. Hemen film makinasının objektif ayarını bozar, görüntüyü bulanıklaştırır, anlaşılmaz hale getirirdi. Hem de bekarlardan gelen “makiniiist!” diye yükselen protesto seslerine hiç aldırış etmeden. Makinistin gerekçesi hazır, “sinemada aile var, kadın var, kız var, asla müsaade etmem !” Böylece bekarların hevesi kursağında kalıyordu.

Bu sinemanın en çilekeş insanları belki de makinistlerdi. İkindi saatlerinde başlayan hazırlıklar ve her gece saat 12 lere kadar uzayan çalışma saatleri. Bu yüzden akşam yaşantıları yok gibidir. Akşam evlerine misafir gelmez, bir konu komşuya misafir de olamazlar. Her akşam sinemada olmak zorundalar. Film gösteriminde ses kaybolsa, ya da film kopsa seyirci makiniste kızar. Film zamanında başlamazsa makinist sinemada yükselen ıslıklara, uyaran seslere katlanmak zorundadır. Ancak seyirci her zaman kızmaz, filmin finali onu mutlu ettiyse makinist te mutlu olur. Yine de zor iştir makinist olmak.

Sinemalar sadece sinema değildi. Düğün salonuydu. Tiyatroydu. Konser sahnesiydi. Okulların yılsonu müsameresinin yeriydi siyasal partilerin kongre salonuydu. . Her sinema sosyal bir mekândı. Büyük sinema sahnesinde yer alan tek kişilik “Bir Delinin Hatıra Defteri’ni unutmadım. Ya yazlık kaplan Sineması’nda yer alan, Nazım Hikmet’in şiirlerinden derlenen Edip Akbayram, Selda, Timur Selçuk konseri! Unutulmaz.

Kalitesiyle, toplumcu sanatıyla ilerleyen sinemaya bir virüs girdi. İçten içe, yavaş yavaş kemirmeye başladı. Önceleri fazla etkili olmadı. Ama salgın yayıldı, evlere girdi, herkesi hasta etti. Bu virüs kutu şeklindeydi ve adı “Televizyondu. Sinemanın göstermediklerini bile gösteriyordu, hem de bilet ücreti ödemeden, çocuklara gazoz parası ödemeden.

Artık aileler sinemadan yavaş yavaş uzaklaşmaya, televizyona yaklaşmaya başladılar. Oysa sinema bir endüstri idi, bir yatırım alanıydı. Ayakta kalabilmesi için sinemaya seyirci gelmesi lazımdı. Çözüm bulundu. Madem aileler sinemaya gelmiyor o zaman bekarların hoşuna giden filmler yapalım dediler. Cinsel içerikli tuhaf isimli filmler hızla yayıldı. Ama bu da yeterli olmadı. Sinemalar bir bir kapanmaya başladı. Yerlerini İşhanlarına, müteahhitlere bıraktılar.

Bu olumsuz gelişmelerden Anamur da nasibini aldı. Bir zamanlar 3 sinemamız varken hepsi anılarda kaldı. Ayakta kalabilen sinema binaları da başka etkinliklerin hizmetine girdi.

Böylece akşamları dışarı çıkmaz olduk, giydik pijamalarımızı, geçtik televizyonun karşısına saatlerce seyretmeye başladık. Sinemada dostlarımızı görüp “ Nerelerdesin, gözükmez oldun? Nasılsın? Çor çocuk nasıl” demez olduk. İçe kapandık.

Yine de sinemalar tümüyle kapanmadı, az sayıda insana hizmet veren entelektüel bir zevk olarak devam ediyor.

Ne güzellikler yaşamıştık o sinemalarda. Anılarda kalsın istemezdim. Görsel iletişim teknolojisi ilerledi. Sinema zevkimizin üstünü örttü.

Sonradan belediyemiz bir sinema açtı. Kent kültürüne olumlu bir katkı adına! Ama nereye açtı? Taa Anamur’un Antalya çıkışına. Sanki “sinemada ne işiniz var, oturun okey oynayın, oturun televizyon seyredin, oturun Facebook’ta paylaşım yapın der gibi.

Ne oldu o güzelim sinema sevdamıza, o güzelim sinemalara? Uçtu gitti. Geriye bir masal kaldı.

Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde Anamur’da 3 tane sinema varmııış… Bir gün, o sinemaların birinde…

Diyerek böyle anlatın sinemayı, sizden sonrakilere…

pic0011

Yorum (4)

Konular:

Anamur’da 60’lı 70’li yıllar

Tarih: 09 Mayıs 2021 Yazan: editor

Emekli Öğretmen İsmet Gürdal Sümer’in kaleminden 60’lı 70’li yıllarda Anamur

Bir zamanlar ÜÇYOL”

“Ekmek Bitiyaaa…!, Ekmek Bitiyaaa…!” Göktaş Mahallesi Üçyol’da akşama doğru bu sesi duyardık eskiden, taa kırk sene, elli sene, belki de daha öncesi. Fırıncının oğlu Yurdaer böyle bağırırdı, ekmek bitiyor anlamındaydı. Elde kalan son ekmekler de satılsın diye. Babası Hakkı Seyhan mahallenin fırıncısıydı. Biz çocukları bile ciddiye alan, sohbet eden sevecen bir insandı. Bir de iyi Galatasaray’lıydı.

Ama oradaki tek esnaf o değildi. Bakkal Amcalar vardı. Hiç namaz kaçırmayan Ahmet Seyhan, sattığı sakızlardan çıkan futbolcu resimlerini küçük camlı dolaba yapıştıran Durmuş Ali Eleman, dükkânındaki buzdolabından çıkardığı içi buzlu gazoz içtiğimiz Kalaycı Hüseyin (Kısaalioğlu). Bir bakkal Amcamız daha vardı, Jandarma Karakol bahçesine bitişik “Aza Kanaat Bakkaliyesi Mehmet Karadağ”. Nedense herkes ona “Bekçi Memet” derdi.

Küçük, dar sokaklar açılırdı buraya. İçinde sade evler, öylesine güzel amcalar, teyzeler, ağabeyler, öylesine hoş ablalar, arkadaşlar vardı ki hepsi belleğime yapışıp kaldılar. Kimdi bu güzel insanlar?

Örneğin Süleyman Sırrı Gökmen, Atatürk İlkokulu başöğretmeni. Evi buradaydı. Otoriter, sert yapısı hepimizi korkuturdu. Kuralları çiğneyen öğrenciler bunun bedelini canı yanarak öderdi. Komşu momşu demezdi. Az ötede “Kostak Ahmet” in evi ve evinin altında küçücük bir dükkânı.

Karşıda Sümer Sokak ve Haydar Sümer. Önde bahçe arkada ev. Çok sayıda meslek değiştiren bir insan, manifaturacılık, fotoğrafçılık, gazete bayii, Cumhuriyet Gazetesi muhabirliği, yağlıboya tabelacılığı, kolonya imalatçılığı, muhasebecilik ve benim de biraz hatırlayabildiğim sinema işletmeciliği. Baktı ki olmuyor eli iyi kalem tutunca belediye tahakkuk memuru olarak meslekler zincirine son noktayı koyuyor. Zarif ve romantik bir insandı. Akıllarda öyle kaldı. Ve eşi Zehra Hanım, Anamur’un ilk kadın kuaförü. Saç kesme 2 buçuk, ondüle saç 7 buçuk liraydı.

Arkadaki ev Arap Emine’nindi ama biz ona ebe diye seslenirdik. Hastalandığımda annem beni ona götürür o da bize kurşun dökerdi, biz nazardan her türlü kötülüklerden korunalım diye.

Biraz daha yukarda Terzi Hamdi amcamız vardı. Sessiz sakin duruşuyla melek gibi bir insandı. Eşi Fadime Hanım teyze daha farklıydı. Az aşağıda oturan kızını çağırmak için “Gülşaaah !” diye bir seslenişi vardı ki mahallede duymayan kalmazdı.

Burada bir Terzi Hamdi daha var. Benim dayım. Dedemin en büyük çocuğu. Ama benim dayım uzun yaşamadı. Genç sayılacak bir yaşta bu dünyayı terk etti.

Hiç duydunuz mu “Fikri Pehlivan” ismini? Adı üstünde o bir pehlivandı. Yalnız yaşardı. Bir evi bir bahçesi vardı. Çocuklarla iyi geçinir, evini ziyarete gelenlere İstanbul Kasımpaşa’da kazandığı birincilikleri yazan gazete kupürlerini gösterirdi. İyi insandı ama bahçesine izinsiz giren komşu tavuklarına tuzak kurmaktan da geri kalmazdı.

Hadi biraz daha arkaya gidelim. Orada “Şeker’i görürsünüz, yani Şeker Amca’yı, yani Hakkı Afacan’ı. Gerçekten de şeker gibi bir insan. Bulunduğu her ortamı tatlandıran neşelendiren ve babamla birlikte rakıyı en iyi biçimde, usul ve adabıyla değerlendiren özgün bir kişiliği olan bir insan. Eşi İclal Hanım saf temiz içten yapısıyla annemin sevdiği bir komşusu, sevdiği bir arkadaşıydı.

Bir başka komşumuz, annemin dayısı Mehmet Sezer. Tam bir İstanbul Beyefendisi. Geçmiş günleri kendisinden zevkle dinlediğim ve aile soy ağacımızı çizen ilk ve tek akrabamızdı.. Bir diğer komşumuz “Maşazade”. Arzuhalciydi. Hükümet Konağına işi düşen köylü ilk ona uğrar o da daktilosu ile dilekçesini yazar en sonunda da arz ve talep ederdi. Eşi Haskadın Teyze de bahçesinde sebze yetiştirir ve komşuların ihtiyacını karşılardı.

Hani bazı insanlar vardır ya, ava meraklıdır, alır tüfeğini alır fişeklerini dağ taş gezer. İşte bu avcıların malzemelerini satan kişi burada oturur, Hilmi Şeref. Nazik bir insandı. Eşi Emine Hanım ise tam bir dindar, nerede bir kadın cenazesi olsa hemen yardıma koşar, yönlendirir.

1927-28 yıllarında Kılıç köyünden bir insan kalkar kasabaya göç eder, bizim mahallede ev, çarşıda dükkân sahibi olur. Dükkânda çeşit çeşit kumaşlar satar. Avukat ve öğretmen evlatlar yetiştirir. Bu insan Sadullah Kılıç’tır. İşyerinde kendisine hep yardım eden Mehmet Şeref ve kardeşi Hacı Şeref te bu mahallenin sakinleriydi. “ Sakinleriydi” diyorum çünkü çok sakin insanlardı.

Hemen biraz daha ötede mahallenin muhtarı ve kasabı otururdu. Esprili ve şakacı kişiliği ile tanıdığımız bu insan Kasap Sabri idi. Kendisinin kasap ve hayvan üreticisi olduğunu, senede 365 gün çalıştığını, benim de tatili bol bir öğretmen olarak senede sadece 180 gün çalıştığımı iddia ederdi.

Hiç Nasibe Hanım Teyze’den bahsetmemek olur mu? Bozyazı Gürlevik kökenli. Genç yaşta eşini kaybettiğinde babamlar iki yıl radyo açmamışlar. O zamanların komşuya saygı böyleymiş. Evine develerle darı geldiğini hatırlarım. Gelen darıları komşu kadınlar bir araya gelir ve neşe içinde o darıların kabuklarını soyarlardı. O neşeli sesler bizim evden duyulurdu. Bozyazı’da ortaokul olmadığından epeyce Bozyazı’lı öğrenciye evlerini açtılar, biz de o daracık sokakta araya bir çamaşır ipi gerer onlarla voleybol maçı yapardık. Ve onun oğlu Özcan Kaya, bana hep kazak erkek imajı verirdi. Eşime yardım ederken beni görsün istemezdim, gördüğünde benimle alay eder, kazaklık derslerine başlardı. “Kara kartal Beşiktaş” derdi başka bir şey demezdi.

O günlerin evleri ya bir katlı ya da iki katlıydı. Hemen her evin bir bahçesi vardı. Öyle büyük bahçeler değil, 2 dönüm en fazla 3 dönüm, daha fazla değil. Portakal başlıca üründü. Bunun yanında mandalina limon gibi ağaçlara da yer verilirdi. Kazma kürekle açılan kuyulardan elde edilen suyla ya da Sadullah Kılıç’ın açtığı kuyudan akan suyla sıraya girilerek bahçeler sulanırdı. Bahar aylarında çiçek açan portakal bahçeleri bazen düğün salonuna dönüşürdü. İçinde davulcusu, gırnatacısı, kemancısı rakısı mezesi ve yemekleri olan bir düğün salonu.

Bu mahallenin bir de “Müslime Abası” vardı. Eşini uzun zaman önce kaybetmiş. Saçlarını değirmende ağartmamış ama saçlarını değirmende bir makinaya kaptırmış ve tamamen saçsız kalmış şen ve coşkun bir kadındı. Meslek seçimi konusunda bana önerisi vardı. “Öğretmen ol len, ikindin oldu mu dağıt zinaları bak keyfine” derdi. Elbette ki zina sözcüğünü söz dinlemez, ele avuca sığmaz hayırsız çocuk anlamında kullanmıştı.

Yaz akşamları demek sivrisinek savaşları demekti. Acımasız ve kanlı geçerdi. En sonunda kendimizi cibinliğe atarak kurtulurduk, bir de sabaha kadar rahat uyuyalım diye. Sabah uyandığımızda her nasılsa cibinliğin içine girmiş, bizden emdiği kanla karnı şişmiş, uçma yeteneğini büyük ölçüde yitirmiş birkaç sivrisinek görürdük. Artık onları yok etmek çok kolaydı. Dedim ya sivrisinek savaşları kanlı geçer diye. Ne biz onlara acırdık ne de onlar bize.

Öyle ki yüzme havuzlarımız bile vardı, biz çocuklar için. Bahçe sulamada kullanılan bu havuzlarda yüzmeyi öğrenirdik. Su üzerinde biriken yosunları ileri ittirir yüzmeye devam eder serinlerdik. Yoksa kolay mıydı üç kilometre ötede denize yürüyerek gitmek hem de bu sıcakta.

Üçyol’da fırının doğu yanından aşağıya bir sokak iner, o zamanki adıyla Sofu Sokağı. Yine az sayıda ev ve portakal bahçeleri. Fırının üstündeki ev Hasan Seyhan’a ait. Belediyede Fen Memuru, şimdilerin İmar Müdürü gibi bir şey. Bir çok “altı dükkan üstü ev “ in tasarlayıcısı oldu. Karşıda Kalaycı Hüseyin’in evi . Hem bakkal hem de olçum.

Bu sokakta evlerden birisi de posta dağıtıcısı “Müvezzi Halil’e aitti. Omuzunda posta çantası elinde bir tomar mektupla yaklaştığı evde bir heyecan, bir sevinç olurdu. Büyük olasılıkla gurbetteki çocuğundan ya da askerdeki oğlundan mektup getiriyordu. Bakkal Bekçi Mehmet’e gelen mektubu benimle gönderirdi, bakkal cebime bir avuç kuru üzüm katsın diye.

Bugünün iletişim ve haberleşme araçları o günlerde olmadığı için komşular akşamları birbirlerini ziyaret eder, yenilir içilir bir güzel de tombala oynanırdı. Torbadan sayıları çeken 68 diye anons ettiğinde sakın 89 olmasın iyi bak diye seslenirlerdi. Torbadan çektiği sayıya bakıp “Oturuşu güzeel!” diye seslendiğinde biz o sayının “22” olduğunu anlardık. Beklediği sayı çıkınca “Birinci çinko !” “ikinci çinko !” ya da “tombala !” diye bağırırlardı. Gündüzün yorgunluğu böyle çıkıyordu.

Komşu gezileri bununla sınırlı değildi elbette. Günlük ev işlerini tamamlayan kadınlar öğleden sonra bir evde toplanırlar bugünün anlamıyla “Gün” yaparlardı. Bir iskambil oyunu olan “Tık” oynamak o toplantının temel taşıydı. İclal Hanım, Müzeyyen Hanım, Kutsel Hanım ve daha başka hanımlar bu oyunu zevkle oynarlardı. Öyle ki bizim evde kısa süre misafir kalan Amerikalı bir turist bile bu oyunun müptelası olmuştu.

Elbette bu kadınlar sadece ev kadını değildiler. İçlerinde zanaatkârlar var. Kadın terzimiz de var. Esma Hanım teyzemiz hanımlara güzel giysiler dikerdi. Genç yaşta eşini kaybedince evin geçimini üstlenmek zorunda kaldı. Oğlu Turgay (biz ona “Subay” derdik) kafa dengi bir arkadaşımdı. Kafa dengi bir arkadaşım daha vardı, Süleyman Seyhan, gündüzleri gezer, babasının dükkanında eğleşir akşam oldu mu sinemaya giderdik. “Yazlık Şenay” sinemasına. Film bittiğinde hemen eve gitmezdik. Gezerdik. Tom Miks, Texas gibi kitaplarını da değişirdik.

Fırından azcık batıya gidelim. Şimdiki adıyla “Akdeniz Caddesi, o zamanki adıyla “Göç yolu”. Yaz mevsimi yaklaşırken bu yol üzerinde hayvanlarla yapılan yayla göçlerini görürdük. Atlar, develer, eşekler inekler, belki de o yüzden göç yolu dediler. Orada mahallemizin camisi, hemen bir iki adım yanında sınıf arkadaşım Özer’in babası Fethi Ertuğrul’un evi var. Eşi Sevim Hanım’la birlikte çok çok neşeli insanlardı. Hele Sevim Hanım bir kahkaha attı mı bütün mahalle duyardı.

Bana izin verin az daha batıya gideyim. Orada çarşıda bakkal dükkânı olan “Bay Mehmet” in evi var. Aslında unvanı “Bayii Mehmet” di ama insanlar kolayına geldiği gibi söylüyordu.

Oradan dönüyoruz. Bu sefer yukarı doğru çikan, iki aracın bile sığmadığı küçücük daracık bir sokak, Demiral Sokağı. Bu sokakta Mısır’lı Hafız’ın (İbrahim Ergan) konak gibi büyük iki katlı evini görürdünüz. Kendisine niye Mısır’lı, niye Hafız dediklerini bilemiyorum. Sanırım denizcilik yapıyordu çünkü bahçesinde yapım halinde sandal ve tekneler görürdüm. Az daha arkada dürüst, ne düşünüyorsa onu konuşan Dozerci Osman Usta otururdu. Sıcak yaz gecelerinde açık pencereden çıkan sesle biz Osman Usta’nın uyuduğunu anlardık. Eşi Müzeyyen Hanım ise aksine sessiz saygılı ve uyumluydu.

Birçok komşu evi toprak damlıydı. Her damın üstünde bir yuvak ve demiri olurdu. Yuvak ağır silindir bir taş, ona bağlı bir demirle çekilirdi. Bu taşlardan bazıları da antik çağdan kalma kolon parçalarıydı. Yağan yağmurdan sonra komşumuz dama çıkar, bir ileri bir geri taşı yuvarlayarak toprağı sıkıştırır, suyun içeri girmesini önlerdi. Ama yağmur suyu gene de bir yolunu bulur tavandan tıp tıp diye damlardı. O yıllarda yağmur yağdıkça yağardı.

Mahallemizde bizden büyük ağabeylerimiz vardı. Şöyle bir saysam aklımda kalanları. Kendisi küçük çocukken üç tekerlekli bisikletine imrenerek baktığımız Prof. Tamer Müftüoğlu, belediye çalışanı Pelin Seyhan, PTT Müdürü Gündoğdu Ergan, Mimar Türker Sümer, tuğla imalatçısı Tuğrul Aral. sağlıkçı Uğray Kısaalioğlu, radyo tamircisi Yücel Sümer, öğretmen Ünay Kısaalioğlu, , sinema işletmecisi Nadir Aldanoğlu. Ablalarımız yok mu? Tabii ki var. Şükran, Ünsay, Yaşar, Gülhan Ablalar, bir de hatırlayabildiğim Leman, Kebire, Gülseren ablalar vardı. Daha da vardı elbette bu çevreye renk verenler, anlam katanlar. Hepsini sayamadım, beni bağışlasınlar. Akıp giden zaman içinde burada bahsettiğim insanların çoğu aramızdan ayrıldı, ama arkalarında anlatması güzel anılar bırakarak. Mekânları cennet olsun.

Bugün bu çevrede yaşayan bir çocuk belki de uzun yıllar sonra burayı anlatacak. Yoğun trafikten karşıya geçemezdik diyecek, çok canlıydı, çok gürültülüydü diyecek.

İnsanın yaşamı biraz da araç sürmeye benziyor, Arada bir geriyi gösteren aynaya bakıyorsun. O aynada unutamadıklarını görüyorsun. Benimkisi de öyle bir şey işte.

pic0023

Yorum (8)

Anket

Mersin - Antalya yolu tamamlandığında Anamur'a ne gibi faydaları olur?

  • Turizm yatırımları artar, turizm gelişir (45.0%, 513 Oy)
  • Göç alır, fayda değil zarar getirir (33.0%, 375 Oy)
  • Anamur'un il olmasına katkı sağlayabilir (12.0%, 134 Oy)
  • Tarım ürünleri kolay pazarlanır (10.0%, 116 Oy)

Toplam Oy: 1,139

Loading ... Loading ...

HAVA DURUMU

ANAMUR

İLETİŞİM SAYFALARI

Son Yorumlar

  • Aziz Saydam: Harika bir oyun, Karacaoğlan hepimizin. Her yerde izi var. Bütün...
  • Mehmet Büyükarı: Işıklar içinde olsun… İlk kez Bulut’u...
  • Şeref Koz: Genç meslektaşımız Sevgi Kilunç’ı ve onun yetişmesine katkı...
  • Mahmut Gazi ÖZSOY: Haziran emekçiler için ne kadar hüzün dolu olsada yine...
  • Mahmut Gazi ÖZSOY:
  • Mahmut Gazi ÖZSOY: Emeği geçen tüm usta öğretici, kursiyer, idareci ve...
  • Vatandaş: Sayın Müdür Bey, Anamur Devlet hastahanesi yeni binasına...
  • Şeref Koz: Kim ne derse desin Anamur’da en çok çalışan CHP’liler...
  • Şeref Koz: Ruhu şad olsun. Sayın Fikri Sağlar’a ve ailesine başsağlığı...
  • Vatandaş: Biz toplum olarak şak-şak yalaka ve taklacılığını ekonomik,...