www.haberanamur.net te yayınlanan haber ve fotoğraflar, kaynak gösterilerek dahi kullanılamaz.
Emekli öğretmen İ. Gürdal Sümer’in kaleminden “Anamur’un unutulmazları”
Öyle bir kasaba ki vilayetine çok uzak, yolları da çok bozuk. Eski yıllarda Anamur’dan Mersin’e gitmek sıkıntılı bir yolculuktu. Giderken aracın tekeri patlar; çile, çamura saplanır; çile, dik yokuştur tırmanamaz; çile, olmadık yerde dağ başında arıza yapar o da çile. Kim çeker bu kadar çileyi? Yanıtı gayet basit. Kamyon şoförleri, bir de onların muavinleri. Taşımacılık temel görevleri. Yer fıstığı, bakla, muz, portakal kereste… “Sen bize bakma “demişti bir kamyon şoförü bana “Biz yük değil dert taşırız !” Doğru söylüyordu. Yaşamları sıkıntılıydı. Kendi iç dünyalarını da kamyonun arkasında görürsünüz. “Issız yolların garip yolcusu” , “Doktor değiliz ama hastamız çok!”, “Hatalıysam lütfen aramızda kalsın!”, “ Rüzgâr özür dilese de dal kırıldı bir kere!”, “Sevmeyeceksen meşgul etme.”
Bu kamyonların yükleri sadece ticari mal değil ki, yaylalara ev göçürürler. Hem de aynı kamyonda dört aile bazen de beş aile, Sabahın çok erken saatlerinde ya da bir gün önceden yükleme yapılır. Ver elini Kaş, Abanoz, Akpınar, Kazancı taa Ermenek’e kadar Onun için “Anamur Yolları” türküsü kimsenin aklından çıkmaz. Aytaç Göncü, Mustafa Sönmez, Mithat Oral, Talat Usta, Göçmen Ali Anamur’un unutamadığı kamyon şoförleri oldular. “Anamur Yolları” türküsü onlar için çok özel.
Bir başka taşıma aracı daha var. Jeep. Ama biz onu cip diye yazarız cip diye okuruz. Jeep sözcüğünü yazıldığı gibi seslendirmek alıştığımız Türkçemize pek uymadı. Önceleri Amerikalıların askeri ulaşım aracı olarak üretilen cipler zamanla sivilleşti, çoğalarak Anamur’a kadar yayıldı. Güçlü bir araç. Motorlu, dört tekerli, dört çekerli. Yedek tekeri arkada veya yanda asılı. Bozuk köy yolları için ideal. Günümüzün taksi görevini gördüler. Evinizde hasta mı var? Hemen bir ciple doktoru eve götürürsünüz. Pikniğe mi gitmek istiyorsunuz? Piknik alanları uzak. Yürüyerek gidilmez. Nasıl gideceksiniz? Cipler ne güne duruyor, Binersiniz bir veya iki aile, çor çocuk, sıkışa sıkışa gidersiniz. Bir de dönüş saati verirsiniz o saatte gelir sizi alır. Hele piknikte bir iki duble bir şey attıysanız huzur içinde eve dönersiniz. Çarşının orta yerinde müşteri bekleyen cipler, renk renk, yeşil, kırmızı, mavi. Bu ciplerin öncüsü Öğretmen arkadaşımız Nazif Bey’in babası Sami Hakimoğlu. Ciple Anamur’da taşımacılığı başlatan ilk insan. Oğlu baba mesleğini bir süre devam ettirdiyse de öğretmenlikte noktayı koydu. Artan nüfus ciplerin sayısını da arttırdı. Bu ciplerin emektarları Ermenekli Cipçi Hüseyin, Cipçi Esat, Ayhan Turhan, Türker/Necdet kardeşler, cipçi Ese bu meslekte iz bırakıp gittiler.
Hiç tanımadığımız bir insana bile sıkça sorduğumuz bir soru vardı. “Affedersiniz, saatiniz kaç ?” O kişi de hiç çekinmeden yanıtlardı, “Dörde yirmi var” , “Altıyı çeyrek geçiyor” gibi. Çünkü herkesin kolunda saat yok. O zamanlar saati gösteren cep telefonu da yok. Zaman önemli, belli saatlerde belli yerlerde olmalıyız. Geç kalmaya gelmez. Öğrenci okuluna memur da dairesine yetişecek. Bunun için saat kuleleri yapıldı kent alanlarının orta yerine. Gelen geçen kafasını kaldırıp ta baksın saati öğrensin diye. Saat evlere de girdi; duvara astık duvar saati oldu, masaya koyduk masa saati oldu. Üzerimizde taşıdık, kolumuza taktık kol saati oldu, cebimize bile girdi cep saati oldu. M.Ö. 4000 yılına kadar dayanan saat kavramı önce güneş saati ile başlamış sonrasında geceleri güneş olmayınca kum saati ile devam etmiş. Ve mekanik saate kadar ulaşmış, Mekanik saatin zembereğini kurarsınız, o saat ortalama iki gün kadar kendiliğinden çalışır, sonra zemberek boşaldı mı yeniden kurarsınız. Böylesine önemli önemli bir aletin işkolu olmaz mı? Elbette olur. Saat satan, bozulan saatleri tamir eden dükkânlar çarşıda yerlerini aldılar. Vitrinlerinde Arlon, Hislon, Nacar, Zeniht, Omega markalı saatleri imrenerek seyrettiğimi anımsıyorum. İlkokuldayım. Okulda koluna saat takan birkaç öğrenciden biri de ben olmak istiyordum. Vitrinini seyretmekten tek zevk aldığım dükkan saatçi dükkanlarıydı. O saatçılardan biri Yusuf Seymen’di. Efendi bir insandı ama aramızdan erken ayrıldı. Boynunda kravatı hiç eksik etmeyen Ahmet Keske ve mesleğini oğluna devrederek pastane işine girişen “Saatçi Dilaver”.Saatçılar sadece satış yapmaz tamir de yaparlardı. Babama bana saat almasını söyledim. Söyledim ama sınıfımı “PEKİYİ” ile geçersem koşuluna bağladı. Ama ben sınıfı “İyi” derece ile geçtim. Babam yine de bana saat aldı. Ben de saatçi vitrinlerini seyretmez oldum.
Hak-Hukuk-Adalet. Özlemini duyduğumuz, içimizden çıkmayan kavramlar. Çağdaş ülke olmanın vazgeçilmez özelliği. Anlaşamıyorsak, uyuşamıyorsak adalet kurumlarına gideriz. Paylaşamıyorsak yine oraya gideriz. Gideriz de bir sürü formalite karşımıza dikilir. O eski yılların Anamur’unda kolay mı? Hele bir de uzak köyden geldiysen, örneğin Sugözü’nden, Karaçukur’dan. Sürec önce dava dilekçesi ile başlar. Usulüne göre dava dilekçesi yazmak herkesin harcı değil. Dilekçe yazmak, hele dava dilekçesi yazmak arzuhalcilerin işi. Onların uzmanlık alanına girer. Gidersiniz Necati Başar’a, Kirami Ülkü’ye, ya da Hüsnü Uygur’a, Mustafa Maşaoğlu’na, anlatırsınız derdinizi, o kadar. Daktilo makinasında yazılmış dilekçeniz hazır. Siz de götürürsünüz mahkeme kâtibine dilekçeyi teslim edersiniz. Böylece dava açılır. Açılan davayı takip etmek, duruşmalara katılmak, savunma yapmak kolay değil. Avukata ihtiyacınız var. Ama Anamur’da avukat yok. Onun yerine “Dava Vekili” var. Avukatın olmadığı yerlerde avukatmış gibi görev yaparlar. Eskiden böyleydi. Ahmet Turgay ile Ali Oktar Anamur’un ilk dava vekilleri oldular. Zamanla hukuk fakültelerinden mezun olup avukatlık mesleğini seçenler, ülke geneline yayıldılar, çoğaldılar. Yerlerini avukatlara terk eden dava vekilleri “anılarda kalan meslekler” bölümüne taşındılar. Artık Anamur Adliyesinde avukatlar görülüyordu. Hasan Çelik (Garazor), Kazım Kuyucak, Ayhan Göncü, İbrahim Tuna, Mehmet Oktar, Yalçın Kaya Kılıç ve Tahir Tuncay Kılıç Anamur’un gördüğü ilk avukatlardı. Davalarla ilgili ilginç anılar da var. Duruşma salonuna köpeğiyle giren av tutkunu bir yargıç. Köpeğin kuyruğuna bilmeden basan bir avukat. Ve adliyeyi inleten o hayvanın sesi! Bir güçlü ses daha var adliyede. “Mübaşir”in sesi. Davayla ilgili kişileri duruşma salonuna çağıran anons eden görevli. Çağırdığı ismin son hecesini uzatarak olanca gücüyle öyle bir bağırır ki bırakın adliyeyi yoldan geçenler bile duyardı. Mübaşir Recep öyle bir insandı.
Gazeteler insan yaşamının ayrılmaz parçası. Siyasal konuları, ekonomik gelişmeleri sportif etkinlikleri, aktüel olayları bize yansıtan araç. Dün öyleydi, bugün de öyle. Ama biz biraz düne gidelim. İnönü’nün, Menderes’in, Demirel’in, Ecevit’in Türkeş’in gündemde olduğu günlere. Futbol yıldızlarının attığı atamadığı goller, geçim sıkıntısını azaltacak ekonomik önlemler hep gazetelerden takip edilirdi. Çünkü güncel konuları uzun uzun işleyen televizyon kanalları yok. Gazete çok önemli. Bir tane gazete almak lazım. Ama nasıl? Önce ikindi saatlerinde Mersin’den gelen yolcu otobüsü bekleyeceğiz. Neden mi? Gazeteler bu otobüsle geliyor da ondan. Gelen gazete kolisi doğruca “Terzi Ali’nin (Çetinkaya”) dükkânına taşınır. Lakabı terzi ama terziliği bırakmış gazete bayiliğinin “Singer” marka beyaz eşya bayiliğini almış. Bizim eve giren ilk buzdolabı da buradan alınmıştı. Dükkânda bir esnaf daha var, Hüseyin Saçkan, evde bozulan radyoların tamircisi. Gazeteler dükkâna girdiği anda dükkân girişine hemen büyük bir masa çekilir, gelen gazeteler sıra sıra dizilir. Cumhuriyet, Akşam, Son Havadis, Ulus, Milliyet, Hürriyet ve bazı dergiler. Gazeteler geldi, iyi ama günlük değil, bir gün öncesinin gazeteleri, olsun, gazete gazetedir. Dükkânın önünde bir kalabalık. Sıraya girmek yok, aradan sıyrılabilirsen gazeteni alırsın. Yoksa kalabalığın dağılmasını bekleyeceksin. İlle de bir gazete alınmalı. Çünkü konular önemli. “Ankara Radyosu’nun haber bülteni yetmiyor. Süleyman Demirel ne dedi? İsmet İnönü kimi eleştirdi? Çizgi romanda “Karaoğlan” düşmanı Camoka’dan intikamını alabildi mi? Çetin Altan bugün ne yazdı? Fenerbahçeli Lefter Galatasaray kalesini koruyan Turgay’a gol atabildi mi? Türkan Şoray hep bekar mı kalacak? Gazete almazsan bunları öğrenemezsin. Eve girecek 25 kuruşluk bir gazete sana bunları anlatacak. Ama bedavacılar da var, bir komşu esnaf gazetenin birini alır, sayfalarını açar okur tekrar katlar yerine koyar. Bunu gören Terzi Ali sinirlenir alır gazeteyi yırtar atar. “Ben insanlara okunmuş gazete satmam” der. Terzi Ali titiz. Gazetenin marifetleri bu kadar da değil. Bazı öğrenciler kitaplarını gazete kâğıdı ile kaplardı. Kese kâğıdı oldu, ambalaj kâğıdı oldu, yeri geldi pencerede perde oldu, her kılığa girdi. Onun içindir ki gazetesiz yaşamı yaşamdan saymayın!
Gazetesiz yaşam olmaz da otelsiz yaşam olur mu? O da olmaz. Anamur’a dışardan gelenler, kısa süre için nerede kalacaklar? Otellerde tabii ki. Yolları ne kadar bozuk olsa da, virajları ne kadar baş döndürse de yolculuğa katlanıp bu kasabaya geldiler. Yorgundular. Deliksiz bir uyku onlara çok iyi gelecekti. Doğruca otele gittiler. Hangi otele dersiniz, otel çok. “Anahan Oteli”nden başlayayım. Doğudan çarşıya girişte ilk otel. Ama şimdi otel değil, Yerini bir özel okula bıraktı. Hemen batısında Anamur’un en eski oteli“, Göktaş Oteli”. Bir kültür mirası olarak, bir anıt gibi çarşının orta yerinde dimdik ayakta. Ama içi boş, geleni yok gideni yok, içinde uyuyanı yok. Kim bilir içinde ne anılar saklıyordur. Çarşıda biraz ileriye gidelim Önünüzde “Saray Oteli” var. Altında dükkânlar üstünde otel. Bu dükkânların önünden geçerken “Buranın üstü oteldi” diyoruz, mazi bir türlü yakamızı bırakmıyor. Bir otelimiz daha var çarşının orta yerinde. “Muz Palas Oteli” Otel Natık Şener’e ait. Altındaki dükkânlar hala işlevini sürdürüyor, Peki otele ne oldu? Otelciliği bıraktı, eskilerin anılarına taşındı. Biraz daha gidelim. “Orhan Oteli” karşınızda! Çarşının ortasında upuzun sivri bir bina. Bina başka bir işkoluna hizmet etse de levhası dimdik ayakta. Şimdi bir alt caddeye inelim. Muşurup Caddesi’ne. “Deniz Palas” oteli işte buradaydı. Ne oldu bu otele? Diğer oteller gibi o da devrini tamamladı. Anılarda kalan iki otel daha var. Şerbetçi’nin oteli “Bulvar Oteli” ile Paşa Tevfik’in “Cephe Oteli” . Bunlar da eski Anamur fotoğraflarında görünür oldular.
Bizi şişmanlatsa da, kilo aldırsa da yemek yemeyi çok severiz. Günde üç öğün. Arada atıştırdıklarımızı saymıyorum. Mutfağımızda çok farklı yemekler pişer. Çorba pişer, pilav pişer, sebze yemekleri pişer. Ama itiraf edelim ki etin yeri başka. Tek başına pişse de başka bir yemekle pişse de lezzeti apayrıdır. Çünkü et sadece et değil ki; et pirzoladır, et köftedir, et Adana kebabıdır, et kelle paçadır, saç kebabıdır. Saymakla bitmez. Bakmayın şimdi ateş pahası olup lükse kaçtığına. Eskiden daha makul fiyata alırdık. Peki kimlerden? Hangi kasaplardan? Aklıma ilk gelen Kasap Sabri, dayımın damadı. Esprili, şakacı kişiliği ile et almaya gelenleri neşelendiren bir insan. Mahallemizin muhtarlığını da yapmıştı. Muhtarlık döneminde Hava Astsubay Okulunu kazandığımda istenen belgeler arasında muhtarlıktan alınacak “İyi Hal Belgesi” de vardı. Hemen dükkânına koştum, müşteriler vardı. İstenen belgeyi anlattım. ‘Seni tanıyorum ama iyi insan olduğunu nerden bileyim’ demez mi! Çok şaşırdım, üzüldüm, sinirlendim, hem akrabayız hem de aile dostuyuz nasıl böyle konuşur diye. Akşam mesele anlaşıldı. Şakaymış. Rahatladım. Abisi de aynı mesleği seçmiş. Ona da “kasap Fehmi” derlerdi. Kurulan özel sofralarda geleneksel içkimize ayrı bir değer verirdi. Ya “Kasap Hasanali” Bu da onların kardeşi. Dükkana gelen müşterilerle küçük masum argo sözcükleriyle sohbet eder gönüllerini alırdı. Eski Göktaş Oteli’nin yanında “Kasap Ali’nin dükkânını anımsıyorum. O yıllarda Anamur’a tayin olmuş bir memurun sözlerini hiç unutmam. “Bu Anamurluları hiç anlamıyorum, koyun eti yemiyorlar, dana eti yemiyorlar, sığır eti yemiyorlar !” Bizim damak zevkimizi bir türlü anlamadı. Bir diğer kasap, aile dostumuz “Kasap Saadet” idi. Yaşamdan zevk almasını iyi beceren bir kişilikti. Sahip olduğu Rus motosikleti onu bir kaza sonucu erkenden yaşamdan kopardı. Geriye bir eş ve okuyup meslek sahibi olması gereken çocuklar kaldı. Eşi Emine Hanım hemen dükkânın başına geçti kasap oldu. Çocuklar okudu, meslek sahibi oldu. O belki de Anamur’un ilk kadın kasabıydı.
Şimdi gözlerinizi biraz kapatın. O eski Anamur fotoğraflarını, eski Anamur’u yaşayanları, onların anlattıklarını anımsayın, içinizde canlandırın. Sonra açın gözlerinizi. Anamur ne kadar da değişmiş, değil mi?